“Güncel bir olgu, olay karşısında sözlü tepkileri yazıya dönüştürmek, başka deyişle düzyazıyla karşı çıkmak elbette mümkün ve doğru, ancak böylesi durumlarda şiirin daha çok etkili olduğu da yadsınamaz. Bu nedenle John Berger’in bir dergide “Kum Fırtınası” köşesinde yayımlanan yazısını okurken, birkaç cümlesi dikkatimi çekti. John Berger, şöyle diyor: “İşi geleceğe bırakamayız. Gerçeğin zamanı yaşadığımız an’dır. Giderek bu gerçeği kavrayan düzyazı değil, şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok işi zamana bırakır: Şiir ise kanayan yaraya seslenir.” İşte şiirin önemi de galiba buradadır. Şiir çoğu kez ertelemez.”
Gel gitme, buralarda kal, bu adı kendine benzeyen kentte
Şişman bir kıza şarkılar söyle, severse seni, seviş onunla
Hayat biraz gitmekse, biraz da kalmak değil midir sence?
“Kurmaca dünyanın insanları, gerçek dünyanın insanlarının yanında çok daha boyutludur, çok daha ölümsüzdür.” diyor Erdal Öz. Yaşamın içinde onca var olan sığlığı aşmamız, o sığlıkları yazınsal bir dille derinliğe ulaştırmamızla mümkündür bu yüzden. Başka türlü; parçalanmış, iğdiş edilmiş, yarım olmuş insanların “bütünlüklü insan” ve elbette toplumsal-tarihsel birey haline dönüşmesi gerçekleşemez. O zaman genel olarak sanatın, yazının, burada öykünün, hiç kuşkusuz “çizilen o büyülü dünya”nın da anlamı olmayacaktır. Kısaca, Erdal Öz için: “İyi bir öykü, bir başkasına anlatılamamalıdır. İyi bir öykü özetlenememelidir. İyi bir öykü, anlatılan değil, yazılandır.” Okur açısından da okunan’dır demek gerekiyor.
Bir düşün yıkılışını kendisinden başka kimse bilmiyor ve anlamıyordu. Düşle birlikte kendisi de yıkılıyordu işte. Dağlar devrilmiş ve altında kalmıştı...