Aslında kadınların ezilmişliği nasıl yaşadığını anlamak kadar, erkeklerin eril iktidar konumlarını nasıl sürdürdüklerini ve tahakkümü nasıl inşa ettiklerini anlamak da önemli olmalıdır.
Erkeklik, sürekli başka konumların "ne olduğu" hakkında konuşma hakkını kendi elinde tutan ve bu sayede kendi bulunduğu konum sorgulama dışında kalan bir "iktidar konumu"dur.
Patriarki kavramı eril iktidarı topyekün, parçasız, çelişkisiz bir bütün olarak ele aldığı için kadınların yaşadıkları baskı ve ayrımcılığın farkına varmalarına ve daha kolay mücadele stratejileri geliştirebilmelerine olanak sağlamaktadır.
1. Dalga Erkek Hareketi, egemen erkekliğin ve patriarkal kurumların sadece kadınlar için değil, bir çok erkek için de baskıcı ve tahakküm yaratıcı olduğunu söylemişti. Özellikle gay hareketi bu konudaki tartışmaların mimari olarak oraya çıktı. (Adams ve Savran)
Kadınların, daha farklı erkeklik değerlerinin varlığına rağmen, egemen erkeklik pratiklerine gösterdikleri onay çok önemli bir rol oynar; kadınlar onaylamadan hegomanik erkeklik oluşamaz.
"Sermaye"yi denetleyen iş adamları, devleti yöneten üst bürokratlar ve siyasetçiler, ağır endüstriyel sektörlerin (metal, maden, makine işkolları, vs.) işçileri hep erkektir.
Kamunun önemli alanları olan üretim ve istihdamın, servetin, mülkiyetin, siyasetin denetiminin erkeklerin tekelinde olduğu malumdur. Bütün bu alanlar içinde kadınların, bir anlamda perde arkasında, destek konumlarda, sadece tüketici-yararlanıcı olarak var olduklarının ve kadınların kamusal konumlarının çoğunlukla kocaları üzerinden tanımlandığının altını çizmek gerekir. Kamusal alanda, kadınların bağımsız sınıfsal konumlara sahip olarak, kendi kendilerini temsil ettiklerini ancak çok ender olarak görebiliriz.
Son söz olarak Türkiye'nin "anneden öğrenmeyen bir toplum" olduğunu söylemek bence çok gerekli. Çok etkili bir annelik yüceltmesi var; annelik "romantize" ediliyor, duygusallık yükleniyor. Ama anneden çocuğa aktarılan "dişil" değerler çok güçsüz ve özgürleştirici değil. Örneğin "anneler oğullarını eşitlikçi ve şiddet karşıtı yetiştirsinler" demenin çok fazla karşılığı olmuyor. Egemen erkeklik değerleri "anneden öğrenmeyi" reddediyor. Kendini sağlıklı beslenmeyi öğrenmek, diğer insanları empati kurarak anlama gibi dişil değerler toplumsal ilişkilerin temeli haline gelemiyor. Dişil deneyimi toplumsal anlama katacak çok fazla olanak ve uygun bir dil yok. Bu durum aslında erkeklik tanımlarını da sakatlıyor. Böyle bir toplumsal kurgudan çıkan cinsiyetler arasındaki zıtlıklar ve karşıtlıklar da kadınları olduğu kadar erkekleri de daha eşit ve özgür insanlardan oluşan bir toplumda yaşamaktan mahrum bırakıyor.
Aslında anne ile asker arasındaki fark biyolojik değil ideolojik- toplumsaldır; kadınları ve erkekleri farklı toplumsal (siyasal) konumlarla ilişkilendiren cinsiyet farkları rejimi cinslerin biyolojisinden türetilirken aslında cinsler arasındaki toplumsal farklardan bahsetmemize yol açar. Toplumsal olan biyolojik olana transfer edilir; daha doğru deyişle toplumsal farklılıklar biyolojik değişmezlikten (determinizm) alınan ideolojik destek ile meşrulaştırılır. Biyoloji değiştirilemez bir kaderse toplumsal olarak cinslerin rolleri de değiştirilemez hale gelir.
1924 Anayasası tartışmaları sırasında Afyonkarahisar milletvekili İzzet Ulvi Bey Anayasa'nın oy verme hakkını tanımlayan 10. maddesi görüşülürken "Her Türk seçme ve seçilme hakkına sahiptir." ibaresindeki Türk tanımı içinde kadınların da olup olmadığını soruyor. Anayasa Komisyonu başkanı Celal Nuri Bey de Türk deyince yalnız erkek anlaşılması gerektiğini belirtiyor.
Kadın haklarını "eşit birey olma" ve erkeklerle eşit vatandaşlık haklarına sahip olma şartı çerçevesinde savunan modernist feministler, milliyetçi cumhuriyetçiler tarafından Avrupa hayranlığı, aşırılık, toplum hizmet beklerken kendi çıkarları ile uğraşma gibi politik argümanlarla eleştirilmişler; erkek düşmabı olarak yaftalanmışlar. Milliyetçi bakış açısından "vatanın hukuku" ile "kadının hukuku" arasında her zaman bir uzlaşmazlık algılanmış ve gerektiğinde kadının hukukundan vatanın hukuku uğruna vazgeçilebileceği düşünülmüş.
Aslında "modern aile söylemi" bize şunu söylüyor: Aşk olanaksızdır ve baskı altında tutulması gerekendir. Ya da aşkın olanaklı olduğu yerde "modern Türk ailesi" olanaksızdır.
Aslında kadınların ezilmişliği nasıl yaşadığını anlamak kadar, erkeklerin eril iktidar konumlarını nasıl sürdürdüklerini ve tahakkümü nasıl inşa ettiklerini anlamak da önemli olmalıdır.