Şimdi mürdüm eriği/limon karışımı tazelik kokan Güldane geldi. Dolaptan iki ekmek alıp poşete koydu, içeri girip bozuk parayı tezgâha bıraktı, eliyle hoşçakal işareti yaptı ve gitti. Bulutlar birikmişti karşıda, sabahın belirginleşmesini önlüyorlardı, binaların üstünde yeni katları çıkmak için bırakılmış salkım saçak demirlere takılıyorlardı. Bulutları kalleş bir karayel kovalıyordu. Havada bet sesli kargalar döneniyordu. Bir bahçede ocak yakılmış, üstüne bir güğüm su vurulmuştu. Güldane'nin sıvacı babası geçen yaz iskeleden düşüp sakat kalmıştı. Güldane okulu bırakmış, remayözcü olmuştu. İşte ben bu ağarmayan sabahları, kalleş karayelleri, güvensiz iskeleleri değiştirecektim. Kargalara biraz usul erkân, solfej, makam öğretecektim. Ama yoruldum, kemiklerimde yarım yüzyılın sızıları birikmişti. Şimdi düşmüş birini yerden kaldırmak, dizi kanamış bir çocuğun dizine batikon sürmek gibi daha mütevazı hedeflerim var, yabani bir çile eri gibi, onlarla yetiniyorum. Gün oluyor, pide fırınının uykusuz çırağıyla kapı önünde beş dakikalığına dama oynuyorum, yeniliyorum, sevgili çırak dostumun yüzündeki mutlu küçük bir anı yakalayıp arka bölmedeki kavanozlarıma istifliyorum. Sonra onları mevlitlerde dağıtılan akide şekerleriyle karıştırıyorum. Tarçınlı naneli kokular arasında öte dünyaya göçenlerin ardından yüzlerde açan gülleri düşlüyorum.
Ben üstün müyüm, aşağıda mıyım bilmiyorum.
Bereketli bir yağmur muyum, karayeli biraz sola çeviren miyim,
beyinleri ve kasları felç eden rutubet miyim bilmiyorum.