Yiyemiyor, giyinemiyorduk, kısacası insanca yaşayamıyorduk; acaba bu vergilerle yaşantı şeklimiz ne olur! Vergileri halkın sırtına değil de çikita muz yiyenlere, Avrupa'dan giyenlere yüklese, koca göbekleriyle taşımak zor mu gelirdi? Dert çok ya çare?
Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler? Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa? Niçin bu kadar ölü var? Niçin bu kadar çok deniz setleri? Ve niçin bu kadar çok unutmak istediğimiz şey var?
Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans'ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
Sabahattin Ali "AIdırma gönül" demişti, Orhan Selim'in aslı da "Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir!" Demek ki kalın duvarların ardında insan böyle ayakta kalıyordu. Hep bir umut vardı, hep bir direnç. Yaşamın gölgesi hep insanın üstündeydi.