Zamirlerin (ben, sen, o) kendi aralarındaki koordinatları zaman düzleminde karışabiliyordu. Kişi kendine hitab ederken bazen ben, bazen sen ve hatta bazen o diyebiliyordu.
Zamirler arasındaki bu geçişlilik aynen zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki dönüşümleri, gibi helezonlar oluşturuyordu.
Fiil çekimlerinin mazisi, muzarisi karışabiliyor, şimdiki zamanın hikayesi, mesela benim nazarımda hiç bitmeyen bir vakit algısı olan şimdiki geçmiş zamana dönüşüyordu.
Uzayan ve kısalan gölgeler belirliyordu bu camiie dair cümlelerimin zaman kipini. Şu ana ait gölgeler sadece geçmişe dair düşüncelerin çizgilerini uzatıyordu. Gölgelerin birazdan yayılacağı yeri tahmin etmek mümkündü evet, ama geleceğin koordinatları hem müphem kakıyordu pusulalarda.
Yataklarını değiştiren gölgeler sürdürüyordu ölçülebilir zamanın alınlarımızda atan nabzını. Ve anlıyorduk ki gölgeler aynasıydı her an çözülüp çürüyen varlığımızın inkar edilen ispatı.
Karşılıklı duran iki ayna arasında sonsuza açılıyordu perde perde gölgeler. İki ayna arasında belirlenen herhangi bir koordinat sonsuza uzuyordu.
Aynaya bakış açımız belirliyordu görüşümüzü. Ama iki ayna arasında mevzi alımca göz, aklı ziyan noktasına getiren sonsuzlukla karşılaşıyordu.
İki ayna arasına sıkışan göz, varlığı esir alan bir sonsuzluğa teslim oluyordu.
Aynaya bakarken hangi zamiri seçmeliydim? Ben? Sen? Biz?
Kendi gölgesini yitirmişti bir zaman yusuf kuyunun içinde. Belki o vakit fark etti gölgesizliğin varlıktan bir çekiliş olduğunu. Varlığın gölgesine peşine yakıp yol aldığını.