Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Nur

Riyazet hayatı sürdüren Hz. Ali etoburluk hakkında şöyle buyurmuştur: "Lâ tec'alû butûnekum mekâbiru'l-hayvânât" yani "Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın."
Reklam
Zerdüşt verdiği öğütlerde, Ahuramazda'nın yarattığı zararsız hayvanların öldürülmesini çirkin bir cinayet olarak değerlendirir. Avesta'da tarım, insanlığın ilk kutsal işidir. Aynı şekilde, yeryüzünün meyve biçiminde verdiği temiz yiyecekler övülür. Bu çiftçi ve köylü millet için Hürmüz'ün yarattığı her hayvanın ölümü Ehrimen'in çıkarına yapılmış bir iş sayılır. 32 Gatha'da şöyle okuruz: "Ahuramazda, dört ayaklı hayvanları öldürenlere lanet eder."
İlk Buda yasası şöyle der: "Öldürmeyin, sevgi dolu olun. Canlıların evrim dairesini bozmayın."

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
"İnsan öncesi zamanlarda, insanın ataları büyük maymunlar gibi ağaç dallarında yaşıyor ve meyvelerle besleniyorlardı. İnsan bedeninin yapısı da bunu göstermektedir. Çünkü meyve ve ot yiyecek şekilde bağırsaklara sahiptir. İnsan sürüngen hayvan yaşamını terk edip de dik durmaya geçince yiyeceği de değişti ve et ile bitkileri birarada yedi.Ancak bu yiyecek değişikliği sonucunda insan bedeni zehir üretti ve hastalıklar ortaya çıktı. Et besini, kısa bağırsaklar ister. İnsanda hazım borusunun yolu oldukça uzun olduğu için et burada kısa zamanda bozulur. Bu yolla kapılan hastalıklar irsileşmeye başlar ve gittikçe şiddetlenir. Özellikle bu hastalıklar aynı kanı taşıyan akrabalardan doğan çocuklarda kendini gösterir."
Her şey insanın etobur olmadığını göstermektedir. Yalnız iç yapısı meyve yiyici olarak yaratılmakla kalmadığı gibi, dış yapısı, yaşama tarzı, gelenekleri, davranış ve aklı da etobur olmadığını kanıtlamaktadır. İnsanın ağzı, avını yutabilmek için etoburların ağzı gibi açılmaz. Dili yumuşaktır. Suyu yalayarak içmez. Elleri pençesizdir. Köpekdişleri diğer dişlerden yüksek değildir. Gözü, etoburlarda olduğu gibi karanlıkta görmez. Canlı hayvan kokusunu uzaktan almaz. Bırakılsa, uzayan tırnaklarıyla en küçük bir kuş ya da hayvanı bile parçalayamaz. Kolayca ağaca tırmanıp meyve toplayabilir. Ama sıçrayarak vahşi hayvanları koşarken yakalayamaz. Çiğ veya kokmuş eti yiyemez. Öldürmekten ve kan dökmekten doğal olarak kaçınır. Yırtıcı hayvanlar avladıkları hayvanı canlı olarak, derisi, damarı, yağı ve sakatatıyla birlikte yer, dişlerini avın bağırsaklarına geçirirler. Otlayan hayvanlar ona alışırlar. Oysa insan yırtıcı hayvanlardan kaçar.
Reklam
Öyle kimseler vardır ki bir hayvanı incitemezler, ama dolaylı olarak başkalarını bu zarif işe zorlarlar. Et yiyen herkes hayvanı bizzat öldürsün ya da bu kişiler gidip ömürlerinin bir saatini o güzel manzarayla geçirsin bakalım. O leziz yiyeceklerin kendileri için nasıl hazırlandığını görsünler! Allahtan, işledikleri toplu kıyım cinayetleri gözden uzak olsun diye mezbahaları şehir dışına kuruyorlar. Mezbaha iki ayaklı hayvanın icadıdır. Hiçbir yırtıcı ve kan dökücü canlı, yemini bu denli rezilce yemez! İnsan, kurtların ve yeryüzündeki kan dökücü canlıların yüzünü ağartmıştır!
Savaş denen bu dehşeti kim sever ki? Belki et yiyenler, daha önce öldürmüş olmaları itibariyle, (kuşları, memelileri, o narin yaralı geyiği, tilkileri) öldürme ihtiyacını yeniden hisseder. Kasap kanlı önlüğüyle kan akıtmayı, cinayeti körükler. Neden olmasın? Yavrucuk bir buzağının boğazını kesmekle kardeşlerimizin boğazını kesmek arasında yalnızca bir adım var. Bizzat bedenlerimiz katledilmiş hayvanların canlı mezarı konumundayken, yeryüzünde ideal yaşam koşullarını nasıl bekleriz? Bernard Shaw
“İnsanlık yemek veya spor adına kendisinden aşağı ırkları öldürdüğü sürece, düşmanlık duyduğu anda kendi ırkını da öldürmekten geri durmayacaktır. Şurada akan kan veya burada akan kan değil, yok yere dökülen kanın tamamı durmalıdır. Hemcinslerimizin katledilmesi ve bütün o mantıksız olduğu kadar eziyet dolu olan uygulamalar son bulmalıdır.”
Belgeler güçlü olanlar, fethedenler tarafından kaleme alınır. Bu yüzden tarih, katillerin kurbanlarına ve kendilerine dayanarak derledikleri bir mirastan öte bir şey değildir. Simon Weil
Bir feministin cinsel şiddete yaptığı vurgu histerik**, bir vejetaryenin hayvanların ölümüne yaptığı vurgu duygusal olarak yargılanır. Feministler de vejetaryenler de negatif olmakla suçlanırlar; çünkü ikisi de bir şeyden vazgeçilmesi gerektiğini söylüyor gibi görünürler (kadınsılığın en belirgin tuzakları; tabaktaki et). Halbuki kendi perspektiflerinde pozitif olan seçimi vurgulamaktadırlar (kadınların kurtuluşunu ve özgürleşmesini arzulamak; sebzeleri, tahılları ve meyveleri seçmek).
Reklam
Bir vejetaryen ya da bir feminist için politik, kişisel, varoluşsal ve ahlaki açıdan önemli olan şeyler diğerleri için bir akşam yemeği eğlencesi haline gelir. Değersizleştirmeden sonra sıra, konunun meşruiyetine gelir. Bir feminist, mutlaka adamın “Eşim eziliyormuş gibi mi görünüyor?” ya da kadının “Ben eziliyormuş gibi mi gö­rünüyorum?” diye soracağı saf bir çiftle karşılaşacaktır. Tahakkümün feminist çözümlemesindeki derinliğe yöneltilen gerçek bir merak yoktur. Benzer bir şekilde vejetaryenler şununla karşılaşır: “Etçil hayvanları da vejetaryen yapmak ister miydin? Ya kendi köpeğini? Ya bizim kedimizi?” İki durumda da reformcu, analizi ya da dönüşümü fazla ileri götürecek ve oturmuş ilişkilerin (bir evlilik, etçil bir hayvan vs.) kutsal doğasına müdahale edecekmiş gibi gösterilir.
Hayvanlar, kesim aracılığıyla kayıp göndergelere dönüşür. Hayvanların varoluşu ete indirgendikçe isimleri ve cisimleri ortadan kaybolur. Hayvanların hayatları etin varlığından önce gelir ve onu mümkün kılar. Hayvanlar halen hayattayken et olamaz. Dolayısıyla ölü bir beden, canlı hayvanın yerine geçer. Hayvanlar olmasaydı et yemek diye bir şey olmazdı. Yine de et yeme eyleminde hayvanlar yoktur; çünkü yiyeceğe dönüştürülmüşlerdir. Hayvanlar, tüketiciler onların ölü bedenlerini yemeden önce dil tarafından yok edilir. Kültürümüz gastronomik bir dille “et” kelimesini daha da anlaşılmaz hale getirir. Böylece “et” dendiğinde aklımıza kesilmiş, öldürülmüş hayvanlar değil mutfak gelir. Dil, hayvanların yokluğuna bu şekilde katkıda bulunur. Etin ve et yemenin kültürel anlamları tarihsel olarak kayarken, etin anlamının mühim bir kısmı sabittir: Bir hayvan ölmeksizin kimse et yiyemez. Yaşayan hayvan da böylece et kavramı içerisinde kayıp bir göndergeye tekabül eder. Kayıp gönderge, hem hayvanın bağımsız bir varlık olarak varlığını unutmamıza imkân verir, hem de hayvanları görünür kılma çabalarına direnmemizi mümkün kılar.
Hayvanların maruz kaldığı sömürüyü en az iki seviyede kurumsallaştıran bir kültürde yaşıyoruz: (1) mezbahalar, et pazarları, hayvanat bahçeleri, laboratuvarlar, sirkler gibi resmi yapılar; (2) kullandığımız dil. Ceset yemek değil de et yemek diyor oluşumuz, hâkim kültürün bu eylemi onaylamasını dilimizin nasıl aksettirdiğine temel bir örnektir.
“Sana bir öykü anlatacağım dedi Zedka. -Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir. "Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabii kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar. "Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki 'Gel, biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz. "Ve öyle yaparlar: Kral ile kraliçe de cinnet suyunu içip ânında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur. “Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral Ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir”
Anarşistler için mesele yapı ya da düzeninin var olup olmaması değildir; onlar için mesele ne tür bir yapı ya da düzenin var olacağı ve kaynaklarının ne olacağıdır. Kendi yaşamını kendi düzenleyecek denli özgürlüğe sahip olan bir grup ya da kişi en yüksek düzeyde düzene sahip olacaktır; düzenin yukarıdan ve dışarıdan dayatılması, eğer çocuksu bir bağımlılığı ve güçsüzlüğü teşvik etmiyorsa, kızgınlığı ve isyanı kışkırtır, dolayısıyla kargaşa yaratan bir kuvvet olur.
553 öğeden 526 ile 540 arasındakiler gösteriliyor.