Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Alışveriş
Keşfet
Kitaplar
Yazarlar
Okurlar
1000Kitap Android UygulamasıÜCRETSİZ – Google Play'den indirin
1000Kitap iOS UygulamasıÜCRETSİZ – App Store'dan alın
ŞartlarGizlilikTopluluk KurallarıHakkımızdaReklam VerinİletişimKütüphanecilerDizinlerÇerez Politikası
©2024 · 1000Kitap Web Uygulaması · 2.37.24
Semra Keleş
Semra Keleş
@CordeliaValerie
Editör/Redaktör
Üniversite
İstanbul
114 okur puanı
Haziran 2021 tarihinde katıldı
Şu anda okuduğu kitap
Japon edebiyatı yabancısı olduğum bir alan ama bu alana Natsume Soseki'nin bu kitabı ile giriş yaptığıma memnunum. Bir üniversite öğrencisi ile "Hocam" diye hitap ettiği bir adamın arasında gelişen dostluğu anlatan bu roman, konunun geçtiği döneme dair bir çok bilgi de barındırıyor. Bir çok yerden notlar aldım, her ne kadar gözümde canlandıramasam da Tokyo sokaklarını öğrenmeye başladığım hissine kapıldım.
Okurken heyecan vermeyen, durağan bir hikaye olsa da sonuna kadar okutacak merak unsurunu bana verdiği için okumakta zorlanmadım. Yazarın başka kitaplarını da okumak niyetindeyim.
Üç bölümden oluşan kitapta, adlarını asla öğrenemediğimiz öğrenci ve hocanın tanışmasını, ikinci bölümde öğrencinin aile yaşantısını, üçüncü bölümde ise kitabın başından beri sayfa sayfa gerilen ipteki düğümü ve hocanın geçmiş yaşantısını okuyoruz.
Sonuna kadar sabredebilirseniz okumaktan pişman olmayacağınızı düşünüyorum.
Daha önce yazarın bir başka romanını, Alman Subayın Evi'ni okumuş ve beğenmiştim. O kitabı referans alarak Sen Bir Başka Gittin'i aldım ama hayal kırıklığına uğradım.
Kitabın baş kahramanları olan Efrem ve Zuhal ile hiç bir açıdan empati kuramadım. Efrem'in mensup olduğu inanış yüzünden kendini dışarlıklı hissetmesini anlamaya çalışsam da Zuhal'in sebebini ve dayanağını bir türlü anlayamadığım inanışları, düşünceleri, hatta kimi zaman önyargıya varan fikirleri nedeniyle bu karakterle bağ kuramadım.
Her karakterle bağ kurmak zorunda değiliz elbette fakat empati yapamadığınızda anlatılan hikaye ne kadar ilginç olursa olsun sizi içine alamıyor.
Yazarın da gazetecilik yaptığını göz önüne alınca kitabın bazı bölümlerinde kullanılan üslup benim için anlam kazansa da, romanın bütünündeki üslubun bende sürekli tenkit ediliyormuşum hissi yarattığını itiraf etmeliyim.
Senem Timuroğlu, bu kitapta Avrupa feminizmi ile "aydınlanmış dindar" kadın hakları söylemi arasındaki etkileşimin bir portresini çiziyor.
Kurgu bir kitap olmadığı için okumakta yahut isimleri, tarihleri ya da olayları takip etmekte zorlanabilirsiniz fakat özellikle öncü kadınların hangi zorluklarla karşılaştığı, bunlarla başa çıkmak için neler yaptığı ve onların zamanından bu yana nelerin değiştiğini (aslında nelerin değişmediğini) görmek açısından her yetişkin kadının okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Okur Takip Önerileri
Kitabın kahramanı olan Chris Burton'un bakış açısından, kimi zaman kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi aktarılan hikaye, okurken odaklanmayı gerektiriyor. Bilinç akışı tekniği ile yazılmış bu kitap düşüncelerinizi ansızın dağıtabilir. Okurken tıpkı yazar gibi düşüncelerinizin etrafa saçıldığını ve daha sonra onları tek tek toplayıp dağılmadan önce nerede durduğunuzu hissedeceksiniz.
Yazarın, kahramanın eliyle milli benlikler ve bunların insan davranışları üzerindeki etkisi hakkında tespitlerini okumak benim adıma kitap özelinde en çok zevk veren şey oldu.
Yazarın 'Karakterli bir adamın' hikayesini anlattığı ve yazarın gençliğini geçirdiği Dorchester kasabasının kurgusal karşılığı olan Casterbridge'de geçen roman bir çok kişi tarafından yazarın başyapıtı olarak görülüyormuş.
Ben Michael Henchard için karakterli bir adam demezdim doğrusu... Eşini ve kızını sattığı için daha sonra pişman olsa da karısının, yani Susan Henchard'ın kaderine razı olup onu alan denizci ile giderken sarf ettiği sözler Michael'ın öfkesinin esiri olan ve eşine saygı göstermeyen bir adam olduğunu kanıtlar nitelikte.
Michael'ın hayatına etki ettiği tek kişi karısı Susan değil elbette. Tahıl tüccarıyken işe aldığı İskoç delikanlı Donald Farfrae, kızı olarak karşısına çıkan Elizabeth-Jane ve kısa bir ilişki yaşadığı Lucetta'nın yaşamı da Henchard'ın gerek öfkesi gerekse merhameti yüzünden etkileniyor.
Durağan bir hikaye olmasına rağmen sonunda ne olacağını merak ettirmeyi başarıyor.
Ağır akan hikaye yer yer sıkılmanıza sebep olabilir ama vazgeçmeyin, kitap bittiğinde ilginç bir roman okumuş olmanın keyfini hissedeceksiniz.
Eski Türk filmlerini aratmayacak türden acıklı bir roman. Genç kadınları kendine aşık edip kalplerini kırmakta bir sakınca görmeyen Necdet bir aşka tutulur Ancak ne Necdet, ne de tutulduğu kadın, Meliha, bir türlü birbirlerine olan aşklarını itiraf edemez. Meliha'nın evlenmesi ile işler çok daha karmaşık bir hal alır.
Bir çok kadının gözyaşına sebep olan Necdet'in başının aşk ile nasıl döndüğünü, Meliha'nın bencil ve neredeyse zalim tabiatını okurken kafanızın içinde bir Yeşilçam filmi dönüyormuş gibi hissedebilirsiniz.
Sinema ve televizyon yapımlarında bir dönem edebiyat uyarlamaları gündemdeydi. Bu tür klasikleri okurken, elimizde değerlendirilecek Zavallı Necdet gibi bir çok eser varken neden sürekli başka ülkelerdeki hikayeleri kendimize uyarlamaya çalıştığımız (ve çoğunlukla beceremediğimiz halde hala devam ettiğimiz) sorusunu sormadan edemiyorum.
Kitabın yazarı Safvet Nezihi'nin eğlenceye düşkün biri olması ve düzensiz bir hayatın sonunda Bakırköy Akıl Hastanesi'nde hayata gözlerini yumması da ayrıca ilginç bir anekdot.
Emine Adalet Pee ismini bir kaç yıl önce sevdiğim genç bir oyuncunun röportajında okumuştum.
Emine Adalet Pee, Atatürk karşısında zeybek oynamış, Ümmü Gülsüm ile sahneye çıkmış, hatta Hitler'in karşısında dans etmiş biri. Yazar Şaziye Karlıklı onun aşk ve dansla dolu etkileyici yaşam öyküsünü kurmacayla birleştirip okurlara sunmuş.
Halihazırda merak ettiğim bir şahsiyet olduğu için kitabı zevkle okudum. Şaziye Karlıklı'nın bir gazeteci olduğu anlatımın bazı kısımlarında hissediliyor olsa da rahatsız edici değil, aksine okuduklarınızın tamamen kurmaca olmadığını, bu tutkulu ve ele avuca sığmayan kadının gerçek bir karakter olduğunu daha iyi anlamanızı sağlıyor.
İz bırakan kadınların hikayelerini okumayı seviyorsanız Emine Adalet Pee'yi akıcı bir dille anlatan bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Sıradan bir yaşantı, bir ilişki depremi ve ardından açılan yeni ufuklar.
Kitabı okuduğum sıralarda üst üste çok fazla güncel içerikli kitap okumuştum, bir yandan haberler, bir yandan okuduklarım derken bana bir kaçış gerektiğine karar verdim. Bu kitabı nerede duyduğumu ya da almaya nasıl ikna olduğumu hatırlamıyorum ama aldığıma çok memnunum.
Kahramanımızın hiç tanımadığı birinin hayatına dalıvermedeki cesareti takdire şayan. Okurken ben olsam yapabilir miydim diye sık sık sordum kendime.
Son notumu ekleyeyeyim; bu sıradan bir aldatılma sonrası iyileşme hikayesi değil. Okurken yer yer fantastik gelen bir kendini bulma hikayesi. Bu kitabı okuduktan sonra yazarı araştırmak ve varsa diğer kitaplarını alıp okumak için hemen arama motoruna koştuğumu da belirtmem gerek, ki o aramanın sonucunda en sevdiğim kitaplardan biri olan Kozanın Tereddütü'ne ulaştım.
Belki bize empoze edilenlerden, belki de merak duygumuzdan ileri gelen bir dürtü ile her şeyin şeffaf olmasını beklediğimiz bir çağdayız.
Fakat kitabı okuduktan sonra bu beklentinin çok da doğru olmadığını düşünmeye başladım. Her gün kullandığımız sosyal medya hesapları bu beklentiyi öylesine besliyor ki, bazılarımız işi başkalarının hayatına direkt müdahale etmeye kadar vardırıyor.
Teşhir etmediğimiz hiç bir şeye sahip olmadığımızı hissettiğimiz böylesi bir dönemde Şefffalık Toplumu hayata, siyasete, medyaya ve belki de günlük yaşamdaki insan ilişkilerine bakış açınızı değiştirebilir.
Kendimize sormamız gereken sorular var: Dünyanın geri kalanından beklediğimiz şeffaflığı kendi hayatımıza uygulayabilir miyiz? Özel alanımızdaki özgürlüğümüz ve kendimize ait odamızı şeffaflık beklentisi ile insanlarla paylaşmak ya da başkalarına ait her şeyi bilmek zorunda mıyız gerçekten?
Mormon babasının bağnaz dünya görüşü ve onların dışındaki yaşamı neredeyse reddeden inadı ile büyüyen Tara'nın hikayesinde kimi kısımları dehşetle okudum.
Yetiştiğimiz çevrenin hayata bakış açımızı etkilediği aşikar. Fakat Tara'nın öyküsü bana şu soruları sordurdu: Ailemize duyduğumuz güven ve inancın bizi pek çok insani ihtiyaçtan mahrum ettiğini keşfettiğimizde ne hissederiz? Dahası olan biteni kabullenmenin kolay bir yolu var mı? Bize öğretilenlerle ters taraflara düştüğümüzde ne kadar uzağa gitmiş oluruz?
Okuduğum ilk Dilek Neşe Açıker kitabı Denizin Hikayesi'ydi ve bu kitabı da yazarın üslubunu ve kurgusunu sevdiğim için çıktığını öğrenir öğrenmez edindim. Yanardöner'in Sıradan Mucizesi adının mecaz içerdiğini düşünüyordum ama yazarın kurguya fantastik ögeler de katarak beni epey şaşırttığını itiraf ediyorum.
Yer yer konudan koptuğum oldu fakat bir bütün olarak değerlendirdiğimde, hikayedeki o gizemi, karmaşayı ve hikayenin kahramanı olan Mora'nın şahsına münhasırlığını çok sevdim.
Okuduğum ilk Sandor Marai kitabı olmasının yanında sanırım Macar edebiyatından bir esere de ilk kez dikkat verişim oldu.
Kitabı kapağına ya da ismine göre yargılamak adetim değildir, bana kalırsa olmamalıdır da ama isim ve kapağa bakınca yer yer eğlenceli bir anlatım beklediğimi itiraf ediyorum.
Kitap üç bölümden oluşuyor. Önce hanımefendi olarak ifade edilen Ilonka açısından okuyoruz olan biteni. Eşinin kendisini değil, başka bir kadını üstelik çok uzun zamandır sevdiğini anlayan, üstelik bebeğini kaybetmiş bir kadın Ilonka.
İkinci bölümde hikayeyi Ilonka'nın kocası anlatıyor. İlk bölümde okuduğumuz bazı şeylerin aslında öyle olmadığını görüyor, burjuvalığın yılmaz savunucusu bu adama acımaya başlıyorsunuz.
Üçüncü bölümde kitaba adını veren Judit sahneye çıkıyor ve her şeyi açığa çıkarıyor.
Çevirisi, Esen Tezel tarafından yapılan kitap bir yandan ilk büyük savaşın travmasını hala yaşayan, diğer yandan yeni bir büyük savaşa ilerleyen bir zaman diliminin ruhu ile yazılmış.
Norveç'in kuzeydoğusundaki bir ada. Denize açılmış kırk adam, bir fırtına sonucu yaşamını yitirmiş ve ada geride kalanların, yani kadınların hakimiyetine geçmiş. O sıralarda katı bir Lüteriyan olan Kral IV. Christian, kilisesini güçlendirmek için dikkatini özellikle kontrolü dışında kalan Finnmark'ta etkili olan Sami halkına yöneltmiş. O dönemde kadınlar ancak kocasının ya da babasının sözünden çıkmaması gereken, ona verilen kutsal görevleri yerine getirip çocuk doğurmaktan başka bir işe yaramayan varlıklar olarak görülürken, tamamı kadınlara kalmış bir adada kendi kendine yeten kadınların ataerkil düzeni nasıl dehşete düşüreceğini tahmin etmek zor değil. Dehşete düşen ataerkil düzen elbette cevapsız kalmıyor. Cadı avı adı altında tanımadığı topraklarda, anlamadığı bir yaşam tarzını yargılıyor ve insanları mahkum ediyor. Bu kitapta aşka, kıskançlığa, bağnazlığa, çaresizliğe ve en önemlisi kadınların kudretine ilişkin çok şey bulacaksınız. Cadı avını Kral'ın gönderdiği temsilciler yürütüyor gibi görünse de birbirlerini ölüme götürecek ya da kurtaracak güç, yine kadınların elinde..
