Clarissa ise bir zamanlar Léonardsız yaşadığına inanamıyordu; kimi zaman yalnız başına yürüdüğünde tam olarak kendisi değilmiş hissine kapılıyordu. Clarissa’yı ona bağlayan duygusallık ya da cinsellik değildi. Onun şefkatle ve saygıyla sarılışını seviyordu. Bunlarda da bir minnet vardı.
Ben daha mütevazı mutluluklara alışkınım - çoğu zaman akşamları bir kitabım olur, bir arkadaşım, güzel bir mektubum, biraz da müziğim. Aslında bunlardır benim mutluluk diyebileceğim şeyler.
Herkes tarafından sevilmeye ihtiyacım var, aksi takdirde... aksi takdirde kendimi terk edilmiş, kovulmuş, dışlanmış, cesaretim kırılmış hissediyorum... biliyorum, bu çok aptalca... Ama yalnızca sevildiğim zaman yaşayabilirim...
Benim gerçekten sevdiğim insanlar azdır, beğendiklerim ise büsbütün az. Dünyayı görüp tanıdıkça hoşnutsuzluğum artıyor. İnsanların iç yüzünün nasıl hiç göründüğü gibi çıkmadığını; iyi ya da akıllı gibi görünenlere bile hiç güven olmadığını her gün daha açıkça anlıyorum.
Gurur ve gösteriş farklı şeyler, ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. İnsan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. Gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürtmek istediğimize.
Her gün gördüğümüz ve varlığını varlığımızın bir parçası gibi benimsediğimiz kişinin sonsuza kadar aramızdan ayrılabileceğini, sevdiğiniz o gözlerdeki ışıltının sönüp gittiğini ve kulaklara öylesine aşina ve kıymetli gelen bir sesin susabileceğini, bir daha hiç duyulmayacağını akla kabul ettirmek öyle uzun zaman alıyor ki...
Elleri yana yapışıktı, gözlerimi onlara diktim, sağ elindeki altı noktaya. Altı nokta. Altı gün. Onu sekiz gündür tanıyor, altı gündür seviyordum. Ve onu bir milyon gün daha sevmek istiyordum.