Korkunç, kabus gibi bir rüyada ruhsal gerilimin en yüksek noktasına ulaştığımızda, dehşet bizi uyandırır, gecenin bütün canavarları dağılır. Aynı şey, hayat düşümde de olur, dehşetin en azami haddi bizi ondan ayrılmaya zorlar.
Lennie sımsıkı kapadığı avucunu George’tan uzakta tutuyordu. “Bir şey var sayılmaz ki George, küçük bir fare işte.”
“Fare mi? Canlı bir fare mi?”
“Yok yok. Ölü bir fare George. Ben öldürmedim ama. Doğru söylüyorum, ben öldürmedim. Bulduğumda ölmüştü çoktan.”
“Ver onu bana,” dedi George.
“Olmaz. Ne olur bırak da cebimde dursun George.”
“Çabuk ver onu bana!"
Lennie’nin kapalı avucu söyleneni yavaşça yaptı. George fareyi alıp hızla gölün karşı kıyısındaki çalılığa fırlattı. “Hem ölü bir fareyle ne yapmayı düşünüyordun ki sen?”
“Yürürken başparmağımla okşarım diye düşünmüştüm,” dedi Lennie.
Bir Stefan Zweig klasiği... her zamanki gibi ilk birkaç sayfası durgun geçse de kitabın akışına kapılıyorsunuz ve Zweig’ ın “olağanüstü duygular çemberi”nin ortasında buluyorsunuz kendinizi. Aşk, korku, ihanet ve mutluluğu okura bu derece geçirebilen bir başka yazar tanımıyorum. Akıcı, okuru sıkmayan ve merak uyandıran bir eser.