Düş kırıklığına uğramış, yürüdüm; nereye gittiğimi bilmiyordum, ne bir hedef vardı önümde, ne uğrunda çaba harcayacağım bir şey ne de bir ödev. İğrençti tadı yaşamın, içimde epeydir biriken tiksintinin doruk noktasına ulaştığını duyumsuyordum, yaşam beni içinden kusup atmıştı.
Hışımla boş, bulanık kent içinde seğirtiyordum, sanki her şey balçık ve cenaze alayı kokuyordu. Yo, benim mezarımın başında cüppeleri ve duygusal "Hıristiyan kardeşler" sözleriyle o leş kargalarından hiçbiri bulunmayacaktı! Ah, nereye baksam, düşüncelerimi nereye yöneltsem, hiçbir yerde beni bekleyen bir sevinç, bana yollanmış bir çağrı, beni kendine çekecek bir şey göremiyordum. Her şeye kokuşmuş bir yıpranmışlığın, kokuşmuş yarı memnunlukların havası sinmişti; her şey eskimiş, sararıp solmuştu, gri, peltemsi, tükenmiş durumdaydı her şey Aziz Tanrım, nasıl gerçekleşebildi bu? Nasıl bu hallere düştüm ben? Kanatlanmış uçan benim gibi bir genç, bir yazar, sanat perilerinin bir dostu, dünyayı gezip dolaşmış bir kişi, benim gibi ateşli bir idealist? Nasıl da bu feci durum usuldan usuldan, sinsice gelip çullandı üzerime, bu tutukluk, kendime ve herkese karşı bu nefret, tüm duygulardaki bu tıkanıklık, bu koyu, bu lanet olası bezginlik, yürekteki boşluğun ve umarsızlığın bu pis cehennemi?