Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de bir ruhum bulunduğunu öğrettin.
Adada insanı sık sık geçmişe götüren bir şey vardı. Öyle çok alan, öyle çok sessizlik vardı ve öyle az insanla görüşülüyordu ki, insan şimdiyi kolayca gözden çıkarıyordu ve işte o zaman geçmiş on kat daha yakın görünüyordu göze.
Başıma daha kötü şeylerin geldiği zamanlarda bile, bu deneyimleri hep boşa giden çabalar ya da ıstırap olarak değil, birer körükleyici, bir cevher olarak görür ve bir gün işe yarayacaklarını düşünürdüm. Şiir, ihtiyacım olduğu her an kendimi vereceğim bir şeymiş gibi gelirdi bana -kendini aklama olduğu kadar,bir acil çıkış kapısı, bir can simidiydi. Şimdi denizin içindeydim ve can simidim tıpki bir kurşun gibi dibe çöküyordu. Kendime acıyıp, ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Yüzüm, tıpkı bir heykelinki gibi kaskatı bir maskeye bürünmüştü. Saatlerce yürüdükten sonra vardığım yer cehennemdi.
“Birinin gitmesinin ne demek olduğunu bilirim. Bir hafta ıstırap çekersin, sonra bir hafta üzülürsün, derken unutmaya başlarsın ve sonra, hiç böyle bir şey olmamış gibi, sanki tüm bunlar başka birinin başından geçmiş şeylermiş gibi gelir ve omuz silkmeye başlarsın. Hayat işte, bu işler böyle dersin. Bunun gibi aptalca şeyler işte. Sanki bir şeyleri sonsuza dek kaybetmemişsin gibi.”
“Ben unutmayacağım. Asla unutmayacağım.”
“Unutacaksın. Ben de unutacağım.”
Pahalı alışkanlıklar ve yapmacık tavırlar edinmiştim. Okuldaki derecem pek parlak değildi, ama birinci sınıf bir yanılsamaya sahiptim: Ben bir şairdim. Ne var ki hiçbir şey genel anlamda yaşamın sıkıcılığına ve özellikle de geçim sağlamaya ilişkin çok bilmişliğimden daha az şiirsel olamazdı. Bütün o kinizmin, yaşamla başa çıkamamayı, kısaca bir güçsüzlüğü maskelediğini ve bütün çabaları küçümsemesinin de hepsinden daha büyük bir çaba demek olduğunu bilemeyecek kadar toydum.