1990 civarıydı diye hatırlıyorum; sersemleten bir kış vardı İstanbul’da. Kar kimseyi dinlemeden yağıp duruyordu sürekli. Ailemle yaşadığım evin telefonu çaldı öğlene doğru. Arayan yine Can Yücel’di. Çabuk çık gel dedi, kapattı telefonu. Belli Güler Abla kızıp gitmişti rutin olarak. Can Baba da içiyor, kendine eşlik edecek birini istiyordu.
Beşiktaş’a yuvarlana yuvarlana vardığımda aklıma birden üstümde çok para bulunmadığı, Can Baba’nın ihtimal dışı da olsa “Git bana rakı al” diyebileceği geldi.
Kolumda annemin bana yılbaşında hediye ettiği incecik bir altın zincir vardı. Biliyordum, para biriktirmek zorunda kalmıştı. Bir an duraksasam da, tereddütsüz daldım kuyumcuya ve sattım zinciri.
O gün elbette Can Baba’nın böyle bir isteği olmadı – beraberce içtik sohbet ettik. Eve dönerken mahcuptum. Zincirin yokluğunu hemen fark etti annem.
Düşürdüm, dedim. Alkol kokuyordum.
Tabii, eminim, dedi annem, düşürmüşsündür.
Can Baba bu olaydan hiç haberdar olmadı. Annem çok üzüldü. Ben yerin dibine girdim. Arada zincir de uçtu.
Bu Araf, bu “ne yapacağını bilememek” duygusu, kimseyi incitmemek için debelenme ve zararı tek başına çekme işi peşimi hiç bırakmadı benim.
Haklı çıkmaktan çok, haksız duruma düşmek kaygısı. Bunların hepsi kıyamet alameti.
Küçük İskender
Kaynak: IAN Edebiyat, No: 1 / Şubat 2016
Bir nesnenin neresinde akşam olur
Sivri bacaklı delikanlılar gülüşerek bara inerler
Yazın bittiği rivayet edilir kasabada
Yani artık tamamen bitmiştir yaz
Tüketilmiştir ya da yok sayılmıştır
Çığlık çığlığa koşarak bir iki at yürür denize
Rakının yayları kopar bir iki adam ağlar
Bir iki kadın güzel kokular içinde geçer uzaydan
Senden hâlâ haber
Anlamak, çıldırmak belirtisiyse böylesi başıboş ayrılıklarda
Vahşi kir sesleri duyuyorsan sana gelen tehlikeli bir ilim vardır
Yalansa, hataysa, iftiraysa eğer sence varlığına bu yaşatılanlar
Unutma ki yine de.. sende tanımlanacak, seyircisiz bir film vardır.
Kötü eğitim, kötü gelenek yıkıyor dünyamızı.
Bize seçilenlerdir okuduğumuz, davrandığımız, yaptığımız.
Budala bir bilinç yönetiyor sanki insanlığı, evreni.
Asıl olan mutsuzluktur.
Turgut Uyar
kendimden biliyorum
sizi de ağlatırlar bir gün
nasibi acılardan alırsınız
sizi de öksüz bırakırlar bu kentte
bu kentte boynu bükük kalırsınız
kendimden biliyorum
hangi çiçeğe uzansanız
Hüseyin Avni Dede, 1954 İstanbul doğumludur. Sanki, otuz yıldır hep 60 yaşın üstünde gösterir. İstiklâl Caddesi'nin ve Beyazıt'ın en çok bilinen sûretlerindendir.
Bir kez imam nikâhıyla bir evlilik yapar. Evliliklerinden çocukları olmaz. Ancak eşinin eski evliliğinden bir oğlu vardır ve onu büyütür. Zor günler; 1988'de eşini, ondan iki ay sonra
...Nereye
Turgut’a sormalı, iyi bilir O
Elinde limonlu votkası.
Ey masalar, ey iskemleler
Edip’in yeri boş mu, köşede masanın yanı
Değilim ben böyle mahzun
Öyleyse pulsuz bir dilekçe nasıl olmalı
Unutup baharı bile nasıl olmalı.
İşte
Turgut’a gidiyorum, yağmur nasılsa yağmadı.
Edip Cansever
Özdemir Asaf, hoşlandığı kadına açılmak ister.
Kadına bütün güzellikleri sıralar, Türkiye için İstanbul'un, İstanbul için gecenin, gece içinde yürümenin, yürürken de düşünmenin ne kadar güzel ve önemli olduğunu anlatmaya çalışır.
Fakat sözü o kadar evirip çevirmesine rağmen bir türlü kadına getiremez ve kendisi için onun da bu kadar önemli olduğunu söyleyemez.
Sonunda "her neyse" deyip kalkarlar ve şiir artık yazılmıştır.
Her Neyse
Türkiye’de İstanbul ne ise
İstanbul’da gece ne ise
gecede yürümek ne ise
yürürken düşünmek ne ise
seni unutamamacasına düşünmek ne ise
unutamamanın anlamı ne ise
seni sevmek ne ise
saklayayım mı yok söyleyeyim derken
birden aşka düşmek ne ise
her neyse...
ÖZDEMİR ASAF