“Hocam, bu sarılma denen şey ne kadar önemliymiş meğer. Keşke daha önce birbirimize doğru düzgün, adam gibi sarılabilseydik. Biz kıymetini bilememişiz.”
…Bir mezarlığın yanından geçerken duyduğunuz yanlızlık ve çaresizliğin aynısını her sabah o viyadüğün üzerinde yaşarsınız.
Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedende. Bu dünyada hâlâ rüzgarlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar. Mutlaka kuruturlar…
Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şöförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor.
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmişte bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: Adana’dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin.
Sabah rüzgarlarıyla efildeyen sarı başakların arasında bırakır gidersiniz delikanlının yoksul bedenini. Artık bundan sonra eski Ercan olmazsınız. Kalan ömrünüzde bozkırda esen tüm rüzgarlar hep o çocuğu hatırlatır size. Ekmeğinize kan bulaşmıştır artık. Evet, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
Kelimeler, sadece harflerin bir araya gelmesiyle oluşan anlamın dışında bir şeydir. “çiçek”sadece çiçek değildir mesela. Ya da “mektup” . Yalnızca bir zarfın içindeki kâğıt mıdır, mektup?
“Fotoğraf” denilince niye içimiz titrer o zaman? Çünkü o yalnızca bir fotoğraf değildir de ondan.
“…Karga ağzında bir karga ölüsüyle geldi uzaktan ve orada bir yere kondu. Toprağı eşeledi ve ağzındaki ölüyü, açtığı çukura koydu. Sonra eşelediği çukurun üzerini yine toprakla örttü. Bunları gören Kabil’in içi yandı, bir karga kadar olamadığı ve kardeşinin ölüsünü açıkta bıraktığı için pişman oldu. Ah! Etti.”
Ey cellatlar, ey güvercin kasapları, ölüm tacirleri…
İnsan daha konuşmadan, öğrenmeden bilmeden “mezar kazıyordu” ölüsü için.
Ey zebaniler, ey korku tüccarları, ey kibir heykelleri, vicdan fakirleri, zalimler!
Bırakın kuzuların önünü. Geçip gitsinler ırmağın öte yanına.
Anneleri bulur kokusundan onları. Mutlaka bulur. Bırakın kucaklaşsınlar…
Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi.
Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var…
İyi o zaman. Ne diyelim? Afiyet olsun…
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah
Üç küçük dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
İç ses!
Bu bahsi kapa!
Neşet Ertaş’ın bir “düz göğüslü saz” hikayesi vardır. Sazlarını yaptırdığı Tavşancı Hüseyin’den düz göğüslü bir saz ister Neşet. Hüseyin usta yapmaz… Aklına yatmaz nedense. Sazın göğsü bombeli olur çünkü. Neşet de onun çırağına yaptırır. Müthiş bir saz… daha sonra herkes o saz gibi saz ister… Neşet Ertaş, niye düz göğüslü saz istediğini şöyle açıklar:
“Sazların zamanla döşleri çöküyordu… Göğüs çökünce teller yukarıda kalıyor. Kavisli olunca da eşiğin altı yukarıda kalıyor, göğsü aşağıda.
Göğüs çökünce daha içli daha derinden bir ses geliyordu. Oradan hatırlayarak düz göğüslü saz istedim…”
Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.