Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Tuba VURAL

Tuba VURAL
@Siirkolik
Benim için Edebiyat bir evren, güzel bulduğum her bir kitap bu evrendeki bir gezegen ve şiir,bu evrenin sultanı (güneşi)dir.
“Korku... Korku ve insan, korku ve insan talihi, insanın insana hücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakat neyi aldatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz. "
Reklam
"İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz."
"Odanın içi iyiden iyiye ısınmıştı. Alevin dilleri sarmaşık dalları gibi duvarlara tırmanıyordu. Ateş, ince bir rüzgârın yangını körüklediği pencere tarafından ayak altında ezilen kuru sebze kabukları gibi çatırdıyordu. Kendimi hemen dışarı atabilmek için kapının yanında duruyor, Marta'nın kıpırdamasını bekliyordum. Tehlikeden habersiz, hareketsiz ve dimdik duruyordu oysa. Alevler şimdi, sadık bir köpek gibi, onun ellerini yalıyor, morumsu izler bırakıp saç örgülerine yükseliyordu. Işıltılı bir Noel ağacıydı. Sonra bir anda, alevden bir şapka başını aydınlattı, meşaleden farkı kalmadı. Alevler onu tatlı tatlı kucaklıyor, tavşan derisinden, eski, ceketinin parçaları su dolu leğene düştüğünde, nemli bir ıslık duyuluyordu. Yakıcı ışığın arasından kemikli kollarının üstündeki buruşmuş, solgun bir deriyi görebiliyordum."

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Reşat Nuri'nin Halide Nusret'e yazdığı bir mektuptan küçük bir pasaj
"İdealist insanın dünyası kendi ruhu içindedir. Hep o derûnî âlem'e bakarak yaşar. Muhitini hakikatin rengiyle değil, o dünyanın renkleriyle süsler. Fakat şu da var ki bazı muhitler, bazı memleketler insanı rüyası içinde de yalnız bırakmıyorlar, rahat bırakmıyorlar, bîzâr ediyorlar. Anlaşabilecek bir iki ruh bulmak için başka yerlere kaçmaya sevk ediyorlar."
“Vasiyeti üzerine İmrü’l Kays, Ankara yakınlarındaki Asip Dağı’na gömülmüştür,” dedi ardından da. O sırada, Kızılay Meydanı’nı dolduran kalabalık hafifçe dalgalandı. Hatta ellerini havaya kaldırarak, “Asip dağı da neresi?” diye haykırdı birkaç kişi. Kürsüdeki adam, sadece haykıranlara değil, aynı zamanda zamana da yanıt verircesine; “Bunu bilen yok,” dedi kederli bir yüzle. İşte o zaman, kalabalık bir kez daha dalgalandı ve herkes birbirine dönerek, bu dağın mutlaka bulunması gerektiğini söyledi. Öyle ki, bir anda binlerce kalpten oluşan kocaman bir arzuya dönüştü Ankara. Ardından da, insanlar nerede olduğu bilinmeyen Asip dağını bulmak için görülmemiş bir telaşla dört bir yana koşmaya başladılar. “Boşuna yorulmayın, şimdiye kadar kimse arayıp sormadığı için, büsbütün kaybolmasını istemedim de ben o dağı alıp Bin Hüzünlü Haz’ın içine sakladım,” diye bağırdım ben de o sırada. Hatta, sesimi duyurabilmek için kürsüye çıkıp aynı sözleri mikrofondan da söylemeyi düşündüm ama, sevgili dostum Hüseyin Ferhad durdurdu beni. “Yapma,” dedi usulca. “Seni kimse duymaz.”
Reklam
KALUBELADAN BERİ isimli yazıdan
Oysa, bazı şeyleri saklamak, anlatma sanatının en eski özelliklerinden biridir. Anlatıcı dediğimiz kimse, tâ kalubeladan beri, anlatacaklarının büyük bölümünü gizleyebildiği (dilaltı edebildiği) sürece kendini dinletebilmiştir ve bu nedenle bütün soylu hikâyeler, görünen içerikle gizli içeriğin toplamından oluşur. Başka bir ifadeyle, zamana meydan
OkUYANA MEKTUP isimli yazıdan
"Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da, senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için de değil aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için. İşte, şimdi bile bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceğe doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta; dünya dediğimiz şu daracık genişliğe oradan, ruhunda bütün harflerin ruhunu taşıyan zamansız bir harf gibi bakmayı da arzu ediyorum." ...
"ŞİİRİN ANLAMI yapıtın yalnızca bir öğesidir; varoluş nedeninin tamamı değildir. Anlam dahil her şey yapıtın kendi bütünlüğü içinde aranmalıdır. Şiiri kendi başına bir yapı olarak görmeyenler, telgrafta yazılan mesajı anlamaya çalışmanın zihinsel mesaisinden öte yol aldıramazlar kendi okumalarına. Bu kadarcık zahmet içinse şiire gerek yoktur."
ALGILANAN BİR ŞEYİN beyindeki fizyolojik izi olarak şiir, bir tür nörolojik belgedir. Şiir, düzyazıdan farklı olarak sinirsel uyarıcıları beyinde farklı biçimde devreye sokar; bildik, tanıdık sözcüklerin şiirde karşımıza çıktıklarındaki anlam gecikmesinin yol açtığı durumun röntgen gerektirdiğini bildirir. Şiiri, düzyazıyı okuyan gözlerinizle okuduğunuzda şiirin size kendini göstermemesi bu nedenledir."
"BİR ÖLÇÜM: Usta boksörlerin beyin hareketlerini ölçmüşler hassas aletlerle; dövüş sırasında birkaç kez kısa şuur kayıpları yaşadıkları anlaşılmış. Saliselik bilinç kayıplarıymış bunlar, ama vücut bunun geçici olduğunu biliyor, kendini koruyor; beynin gövdeyi yoldan çıkarmasına izin vermiyormuş. Şiir yazarken de benzer bilinç kayıp anları yaşandığı kanısındayım. En çok kalem tutan eliniz bilir bunu içinizin kamaşmasından ve o şiirler düz akılla ortaya çıkmaz."
Reklam
"DÜŞÜNCE DİLİNİN GELİŞMEDİĞİ toplumlarda şiir, çok çabuk boş ve süslü söze, özdeyiş kolaycılığına, gizem ve vehim sömürücülüğüne dönüşebilir. Şiirin derinliğini kavramak için zihin berraklığına gereksinim vardır. Düşünce dili şiiri zenginleştirir. Şiirin öteki aynadaki tartısıdır bu. Bunun tersi de geçerlidir. Çağımızın birçok kuramcısının, araştırmacısının düzyazısının yüklü bir şiir taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, günümüzde şiirin öldüğü konusunda ısrarlı bir düşünür olan Baudrillard’ın kendi yazısındaki şiir payını görmemek mümkün mü? Kendi adıma, Deleuze ve Guat- tari’nin, Cioran’m, Pierre Clastres’in ve günümüzün birçok postmodern araştırmacısının yazılarında, kurdukları dil dünyalarında şiirin güçlü gölgesini görüyorum. Bu iki dil disiplini tesadüflerle değil bilinçle birbirine yaklaştığında, çoğu kez ortaya göz kamaştırıcı metinler çıktığı yadsınabilir mi?"
"İmgeyle dolayımlanmış bilgi, şiirin, düz aklın düz diline çevrilemeyen cevheridir. Açıklarken sakladıklarımızdır şiir."
Maddenin katı, sıvı, gaz hali içinde şiir, gaz haline yakın durur. Havada asılıdır, solumamızı bekler. Varoluşun bütün gizleri için. Bir hakikat bilgisi olarak esrimek ve esritmek için. Sıradan dünyaya ait öğrettikleri de cabası."
"ŞİİR BENİM KİŞİSEL METAFİZİĞİMİ yaşadığım yerdir aynı zamanda. Bu anlamda da benim için bir var olma alanıdır. Yeni bir var olma alanı. Dünyanın bana sunduğu görünür bilgilerle değil, bana apaçık sunmadığı, dolayımladığı, hatta sakladığı bilgilerle uğraşma, sorgulama, anlama, didişme alanıdır. Düzyazının kesinliğinin, rasyonel dilin, somutluk bilgisinin, gündelik mantığın işleyişinin kapandığı sapa yollar için gereken araçları şiir sunar insana. Şair olarak bana da, şiirlerimin okuruna da..."
"BAZEN YAZDIĞIMIZ BİR DİZEYİ, bir yanlış okumaya borçlanırız. Yazılı sözcüğü başka türlü okuyan bir göz yanılsaması bize bambaşka bir anlam armağan eder. Kimi zaman önceden aldığımız bir notta kendi elyazımızı okuyamamaktan, kimi zaman bir gazete cümlesini yorgun gözlerle yanlış görmekten kaynaklanan bu durum tesadüflerin gizli elinin araladığı şiire vesile olur. Bilinçdışımız dilin tilkiliklerinin ormanıdır. Aynı biçimde bazen okumamızın hızında bir virgül, bazen yazılı metnin kendisinde, bazen kafamızda yerini şaşırmış bir noktalama işareti, birden başka bir anlamın, şiire açılan kapısını çalmıştır. Şimdi bunu ne sayacağız? Şiirimizi yazarken, kendi yanlışımızı kendi doğrumuz yapan şey de şiire dahil değil midir; o da gözümüzle gördüğümüz şeyin “hakikati” değil midir? SAHRA, SAHARA sözünün Arapçadaki “essahri”den geldiği söylenir. Essahri, kaybolmak anlamına geliyor. Sözcüklerin kaynaklarıyla arasındaki ilişkinin aynı zamanda bir çağrışım ilişkisi olduğu düşünülürse sözcük, kendi şiirini zaten doğasında taşıyor demektir. “Sahrada kaybolmak” dendiğinde, sözcüğün Arapça kökeni de biliniyorsa eğer “kaybolmakta kaybolmak” gibi bir anlam yankılanıyor insanın kulağında. Bu haliyle ilk bakışta aynı anlama yaslanan hatalı bir sözcük tekrarı gibi görünse de aslında başka bir anlam düzlemi kendiliğinden çatılmış oluyor. Bazılarının “aramakta kaybolması” gibi, bazıları da “kay¬bolmakta kaybolmazlar” mı, diye düşünmeden edemiyor insan."
64 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.