Sokağın ortasında David’in burnuna bir koku geldi. Rüzgarla birlikte havalanıp yanından geçen tatlı bir kokuydu bu. Adımlarını hızlandırınca koku da güçlendi. Ve o zaman gördü kokunun kaynağını. Hemen karşısında, etrafı çitlerle çevrilmiş bir çiçek cümbüşü duruyordu. Sümbülden nergise, laleden menekşeye, çılgın bir karışımdı. Daha önce, şehrin göbeğinde böyle bir şeyi hiç görmemişti. En azından, yıllar önce Eden,le ve annesiyle birlikte yaşadığı evden beri görmemişti. Çitlerin kilitli kapısının üstünde bir de tabela vardı. Sarı renkli, neşeli harflerle CENNET BAHÇESİ yazıyordu. Hemen altındaysa, daha küçük harflerle, BABACIĞIM İÇİN. Kızının el yazısını görünce David’in gözleri doldu. ‘B’lerin tombulluğundan tanımıştı yazısını.
“Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında, sen orda olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece derdi.
Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamış gibidir; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak.”