Sarı bir yıldız güneyden batıya doğru kayarken Avdo küçüklüğündeki gibi o yıldızın sesini duymaya çalıştı. Duymanın da hayal edilebileceğini Mardin’deki ustasından öğrenmişti.
“Kötüler her yandaydı ve kalabalıktı. Onlar dağın taşıyla, ovanın kuşunu vururlardı. Dağ taş onların değil, ova kuş onların değil, yine de her şeye göz koyarlardı. Yüz yıldır, bin yıldır aynıydılar. Kötü kalpli ve kurnazdılar.”
Hani, dedi, yaşlıların geçmişi gençlerinse geleceği uzundu? Ne oldu gençlerin uzun geleceğine?Ben bile zamanın ipine tutuna tutuna yaşlılığa erdim de bu çocukların ne bugünü ne yarını belli.
Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti.Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi.Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun ötüşü.Gündüzün karmaşasında bunlar anlaşılmazdı. Acılar, özlemlerde öyle.İnsan geceleyin kendisiyle yalnız kaldığında hissederdi saf sızıyı. Erguvan ağacının yanındaki pınarın sesi karanlıkta eski ağıtları çağrıştırabilir, yıllar önce yiten sevgilinin hüznü kalbi sarabilirdi.Gündüz o yükleri taşımak kolay, insan gerçekten yalnız olduğuna geceleri inanabilirdi.
Nerededir bu ormanın kalbi, nereden geliyor bunca canlılığın kaynağı? Titreyen dalların, yerdeki yaprakların, birikmiş çalıların diplerindeki mantarların, çürümenin, görkemin, ayağımızın dibinden akıp giden derenin, henüz biraz önce orada olduğu anlaşılan iz bırakmış salyangozun hedefinde ne vardır?
Ah bu Karaçam Ormanı, demişti kadın yazar.Ormanda her şey toprağın bir parçası, başlangıcın ve sonun aynı anda var olduğu, hep bir başlangıçlar ve sonlar katmanları
Ağaçkakanları duyuyor musunuz, onların varoluş nedenlerini anladığımızda duyduğumuz ses de başkalaşıyor, onları duymama evresinden duyma evresine geçiyoruz.
Bugün baskı altında kalan yazarlar bilenmiyor, baskı altındaki yazar alet çantasının dibinde duran baltasını almak yerine metaforlarla dolu bir dünya kurmaya çalışıyor, kendi de bu sürrealist dünyada bir metafora dönüşüyor.
Yaşlanma süreci diye bir şey olmasaydı, zaman ve zamanın akışı yaşamın temelini oluşturmasaydı, üreme gereksiz olacak cinsellik var olmayacaktı.Cinselliğin canlıların ölümü aşma yolu olduğu hep bildik bir şey olmuştur; felsefeden önce gelen gelen gerçeklerden biridir bu.
Çağdaş düşünce, zamanı bu bileşkeden çıkarmış, güçlü ve etkin tek bir kuvvete indirgemiştir.Bunu yapmakla da ölümün hayalet kimliğini zaman kavramına aktarmıştır.Bundan sonra zaman, her savaşı kazanan Ölüm'e dönüşmüştür.
Saatleri kabul ettiğimizi düşünürsek, zaman ne yavaşlar ne de hızlanır; ama zaman yine de değişik hızlarda ilerliyordur.Çünkü; yaşadığımız bu zaman geçişi tek değil aksine birbirine zıt iki dinamik süreçten oluşur.
Bir anda yaşanan ne kadar derinse, deneyim, yaşantı birikimi de o kadar çoktur.Zamanın daha uzunmuşçasına yaşanması bu yüzdendir.Zaman akışının çözümlenmesi böylece engellenmiştir.Yaşanmış süre bir uzunluk değil, derinlik ve yoğunluk sorunudur.Proust bunu anlamıştı.
İnsan resimlerin belli bir anı temsil ettiği düşüncesine kapılabilir.Kuşkusuz yanlış bir düşüncedir bu.Çünkü resimdeki an, fotoğraftaki anın tersine asla resmedilmediği gibi var olmamıştır.Öyleyse resmin anı temsil ettiği söylenemez.