Ben insanların tavsiyelerine pek kulak asmazdım. İnsanları hayal kırıklığına uğratmak zorunda olduğum gibi tuhaf bir düşünceye kendimi ikna etmeyi bir şekilde başarmıştım.
Çok geçmeden, her zamanki anksiyetem devreye girdi ve ikisini de mutlu etme çabam yüzünden bitap düştüm. Kendimi kapana kısılmış hissettim, bir gıdım hareket edemiyordum.
"Parya" diye bir kelime vardır. İnsan toplumunda bu kelime başarısızları, ezikleri, ahlaksızları belirtmek için kullanılır. Ben doğduğumdan beri kendimi bir parya gibi hissettim ve toplumun da böyle damgalanmaya layık gördüğü biriyle tanıştığımda her zaman derin bir şefkat duygusu hissederim.
İki şey arasında seçim yapacak gücüm bile yoktu. Bu sonraki yıllarda hayatımı “utanç dolu” diye nitelendirmemin en büyük sebeplerinden bir tanesi olmuştur diyebilirim.
İnsanları güldürdüğü sürece ne olduğu fark etmeksizin her şeyi yapabilirdim. Onları güldürebilirsem, onların “hayatlarına” gerçekten uymamamı önemsemezler diye düşündüm.
Ben bu şehirden korkuyorum, bu şehirde hasta oluyorum, deliriyorum… İçimden her şeyi bırakıp kaçmak geliyor. Kirlenmiş, bitlenmiş, çamur içinde bir şehir. Dedikodu hastalığında, merhametsiz, sevgisiz, kazıkçı…
Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: Nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.
"Kim için yaşayabilirim, hangi gaye için? Neyi arayacağım? Ne için savaşacağım? Neyin rüyasını göreceğim? Hayatın çiçekleri döküldü, sade dikenleri kaldı."