Yıllardır ezberimde olan Alvarlı Efe’nin bu dörtlükdeki sözler ile ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Nice incitmeler vardır ki, onun faili dildir, eldir... Patavatsız, düşüncesiz bir insan; düşünmeden karşısındakini incitecek bir söz söyleyebilir. Âdâb-ı muaşeret öğrenmemiş, sakar bir kişi, farkına varmadan bir kişiye zarar verebilir. Kalpten bir niyet ve karar olarak incitme arzu edilmese de meydana gelir incitmeler...
Fakat incinme öyle değildir. Bazen hatâen yapıldığı besbelli olan şeylere de incinir kalpler, kolayca affedemez. Yahut sû-i zan karışır işin içine...
“Düşüncesizlik olsa neyse fakat biliyorum kasıtlı laf çaptırdı bana!” gibi düşüncelerle incinir insan...
İncitmek, kötü niyet ile bile olsa neticede, sözlü veya fiilî bir zarar verişten ibarettir.
İncinmek ise, bir infialdir.
Hâdiselerin, fiillerin, yani kaderin mutlak yaratıcısı Allah olunca; incinmek, rızâsızlık olur, teslîmiyetsizlik olur, isyan olur, haset olur...
Öğretmen ve öğrenci, biri ilmin sahibi diğeri ise talibidir. Biri ışık, diğeri o ışığa hasret bir mekan. Birincisi Allah’ın ve peygamberin vekili, diğeri sahabenin halifedir; her ikisi de hak yolunun mübarek Yolcularıdır.
Gül, 1896 yılı baharında Adapazarı’nın Süleymanbey Köyü’nde fakir bir ailede dünyaya gözlerini açmıştır. Bahçesine güller eken annesi ise adını Gül koymuştur.
Ondan iki yaş büyük ablası Hatice ona bakmış, ikisi beraber büyümüşlerdir. Böylelikle Gül altı yaşına gelmiştir. Ancak bir gün evlerine yan köyden yaşlıca bir kadın gelmiş ve İstanbul’dan
Ali Yekta Bey, Kadızade ailesinin yardımları sayesinde Latince harfleri ilk öğrenen kişilerden biriydi ve eline geçen bütün adab-ı muaşeret kitaplarını okuyor, notlar alıyor, bu bilgileri çevresindekilerle de paylaşıyordu.
Çünkü bu kitaplar olmadan insanların ne yapacağını bilmesi olanaksızdı. Bir halk, yaşamayı yeni baştan kitaplardan öğrenir olmuştu.
Mesela o yıllarda yayımlanan ince ve resimli bir kitaptan şu kuralları ezberlemişti:
"Vapurda, trende, tramvayda, tünelde hulasa bütün nakil vasıtalarında yanınıza rastlayan bayanı öyle yiyecek gibi süzmeyiniz. O bir moda mankeni değildir ki üstünü başını seyredesiniz."
'İzin istemek üç defadır. Kapı hafifçe çalınıp bir müddet beklenilir, içeriden bir ses ve bir hareket aksetmediği takdirde ikinci defa çalınır. Yine cevap alınamayınca üçüncü defa çalınır. Ev halkı birincide kulak verirler. İkincide hazırlanırlar. Üçüncüde izin verirler. Eğer kapı açılmıyorsa hemen geri dönmek ve o kapıda beklememek gerekir.'
Devşirme çocukların içinde En- derun'a ayrılanlar, sıkı bir disiplin ve adab-ı muaşeret altında hayatlarını sürdürür; evvela küçük, ardından da büyük odalara alınırlardı. Burada onlara dolama denen esvap verildiğinden, "dolamalılar" denirdi. Ardından IV. Murad'ın kurduğu seferli koğuşuna geçilirdi. Acemi ağa diye nitelendirildiklerinden kendilerine tecrübeli Enderunlulardan biri lala tayin edilirdi. Böylece usta-çırak ilişkisi içinde eğitimleri başlardı. Seferli koğuşunda yeterince adab-ı muaşeret, okuma-yazma, dini bilgiler edinen ve disiplin gösterenler kiler koğuşuna geçerdi. Bundan sonra hazine koğuşu ve nihayer has oda gelir. Has odanın ağaları has odabaşı da dahil olmak üzere kırk kişidir. Bunlar padişahın yakın çevresindeki hizmetlilerdir. Bu koğuşların birine terfi etmek zaman, zahmet ve eğitim isterdi. Sarayın bu bölümünde, akhadım ağaların sert disiplinli bir yönetimi vardı. Her cülusta (yeni padişah tahta geçince) veya yedi yıllık dönemde Enderun mensupları dış görevlere tayin edilir, buna da çıkma denirdi.