Ey insanoğlu! Nasıl olur da özündeki cevheri toprağında bolca bulunan adi bir madenle kıyaslarsın! Ne gümüş ne de altın, ışık saçan özündeki cevherden daha kıymetlidir.
Gondor! Gondor, Dağlar'la Deniz'in orta yerinde
"Eserdi Batı Yeli; dururdu ışık Gümüş Ağaç'ın üzerinde"
Ve parlak bir yağmur gibi dökülürdü eski Kralların bahçelerine
Ey mağrur surlar! Ak kuleler! Ey kanat! taç! Altın taht bir de!
"Ey Gondor, Gondor!
İnsanlar Gümüş Ağaç'ı görecek mi bir daha"'
Esecek mi Batı Yeli yeniden, Dağlar'la Deniz'in arasında?
"Bir Mustafa Kemal adlı kahraman;
Kurtarıp Türklüğü bu Tepegöz'den,
Kılacak vatanı bahtiyar, şad, şen.
Türk'ün, Basat gibi, çoktur arslanı,
Mustafa Kemal'dir başkahramanı!"
National Geographic yazarı George Stuart da aynı şekilde düşünenlerden: "Her sabah uyandığımda Mayalar hakkında ne kadar az şey bildiğimizi düşünüyorum ... "12 Peki az da olsa neler biliyoruz? Bugünkü Orta Amerika ve Meksika sınırları içinde kalan geniş bir alana hükmettiklerini, matematik ve astrolojiyle yakından ilgilendiklerini, heykel, el sanatları, altın işleme, hiyeroglif yazı gibi çeşitli alanlarda ilerlediklerini, gelişmiş bir yazı sistemi ve takvim oluşturduklarını, dev piramitler ve tapınaklar inşa ettiklerini. .. Ayrıca doğayı bozmamak için günümüze ışık tutan mimari yöntemler kullandıklarını, günümüzün bilgileriyle örtüşen önemli bilimsel buluşlar yapmış olduklarını ve arkalarında hiçbir iz bırakmadan birdenbire ortadan kaybolduklarını ...
"Bu kadar tatlı bir öpüş konduramaz güneşin altın ışınları.
Gonca gülün üstündeki sabahın ilk çiy damlalarına.
Senin gözlerinin aydınlığı vurdukça günün taze ışınlarına.
Yanaklarımdan akar gider çiy taneleri gecelerin kuytularına.
Derinlerin saydam göğsünden görünen gümüş ay,
Soluk kalır gözlerinin o görkemli ışıltısı yanında,
O güzel yüzün bana ışık verir gözyaşlarımın arasında,
Pırıl pırıl parlarsın gözyaşlarımın her damlasında.
“Size Tinuviel’in öyküsünü anlatacağım,” dedi Yolgezer, “kısaca, çünkü bu sonu bilinmeyen uzun bir öyküdür ve artık Elrond’dan başka bu öyküyü eskiden anlatıldığı gibi, doğru dürüst hatırlayan kimse kalmadı. Bütün Orta Dünya öyküleri gibi güzel ama acık bir öyküdür, yine de içinizi açabilir.” Bir süre sessiz kaldı; sonra konuşmaya değil, yavaş
"Al." Bana bir şey uzattı. "Az kaldı unutuyordum. Doğum günün kutlu olsun." Kahverengi deri ciltli bir defterdi. Parmaklarımı sırtındaki altın yaldızlı dikişte gezdirdim. Deriyi kokladım. "Öykülerin için," dedi. Tam ona teşekkür edecektim ki, bir patlama oldu, gökyüzü aydınlandı. "Havai fişekler!"
Hemen eve seğirttik, bütün konukları bahçede toplanmış, gökyüzüne bakarken bulduk. Çocuklar çatırtıları, onu izleyen ıslıksı hışırtıları çığlıklarla, haykırışlarla karşılıyordu. İnsanlar göz kamaştırıcı tomurcukları, çan şeklinde dağılan, çiçek buketleri halinde akan kıvılcım sağanaklarını alkışladı. Her birkaç saniyede bir, arka bahçe kırmızı, yeşil, sarı çakımlarla aydınlanıyordu.
Bu ışık patlamalarının birinde, yaşadıkça unutmayacağım bir şey gördüm: Hasan gümüş bir tepsiden Assef'le Veli'ye meşrubat sunuyordu. Işık titreşti, bir tıslama, bir çatırtı duyuldu, sonra turuncu bir ışık demeti patladı: Assef sırıtıyor, işaret parmağının boğumuyla Hasan'ın göğsünü dürtüklüyordu. Sonra, çok şükür, karanlık.
"Uzun bir zaman sonra, ama yine de zamanımızdan çok yıllar önce. Ulu Nehrin kıyısında Yabandiyar'ın sınırında eli uz, ayağı sessiz küçük bir ahali yaşarmış. Sanırım, Ülkenler'in babalarının babalarıyla akraba bir hobbit türündenmişler bunlar, çünkü Nehir'i çok seviyorlar ve içinde yüzüp kamıştan küçük kayıklar yapıyorlarmış.