Okullarda en önemli ders, kinleri kökünden kazıma dersi olmalı. Kinsiz insanlar yetiştirmek lâzım, tarihi olduğu gibi hasır altı etmek lâzım. Tarih, kinlerin hazinesi. Bak şu millet bu millete neler etmiş. O milletin çocuklarına mutlaka öğretilecek paslanmış cürümler. Çocuklar, kinleri tazeleyen derslerden imtihan geçirecek. Kinleri en iyi bilene 10 numara verilecek.
( LÜTFEN OKUYUN!!!)
Kanser Hastanesi'nde baş hekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen , bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı . Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına alındım. Ve kısa bir süre sonra da Allah'ın
Geçenlerde Deniz Gökçe o güzelim Alis Harikalar Diyarında masalının gerçek hikâyesini yazdı. Meğer kitabın yazarı aslında 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz matematikçisiymiş. Küçük kızlara ilgi duyan bir sapıkmış. Çalıştığı üniversitenin dekanının küçük kızına tutulmuş ve onu üniversitenin gölünde sandal gezilerine çıkararak hikâyeler anlatmaya başlamış. İşte Alis'in Harikalar Diyarındaki masalları bu hikâyelerden çıkmış.
Işin sonu daha da korkunç: Alis yaşı ilerleyip genç kız olunca, bizim profesörün sapıklığının farkına varmış ve intihar etmiş.
Şimdi çocuklarımıza ballandırarak anlattığımız masal, işte böyle bir tarihçeye dayanıyormuş.
Nikâhlar nikâhlamasına ama Allah aşkıyla avunan Yunus:
"Ben şeyhimin kızına layık değilim," diyerek ona dokunmaz. "Sen dünya ahret kardeşimsin, ben hep böyle bildim seni..." der ona da.
Kendime, kendimi bir tanrıça, erkekleriyse her an emrime amade, aptal ve çaresiz yaratıklar rolünü uygun gördüğüm, özel bir hayal dünyası yaratmıştım.
Sadece bana ait olan bu dünyada, meleklerimi sandalyelerin üstüne yerleştirip, oğlanları ise yerlere oturtup, kendi kendime durmadan hikayeler anlattığım yüksek bir tahtın üstünde oturuyordum. Sadece hayal gücümle ve meleklerimle baş başa olarak, bitmek bilmeyen emirleriyle evin içinde ya da mutfakta yapılacak işleri (bu da, hiç eksik olmayan sarmısak ve soğan kokusuyla, kadınların nefret edilesi, kısıtlı dünyasıydı) hatırlatıp duran annemi saymazsam, hayatımın sakinliğini kimsenin bozmasına izin vermiyordum. Annemin beni, "Kızım, eninde sonunda bir gün evleneceksin. Onun için nasıl yemek yapılacağını öğrenmek zorundasın. Evlenmekten kurtulamazsın..." diye diye sürükleyerek mutfağa götürdüğü zamanlar, bir an önce kendi küçük dünyama dönmeye can atıyordum.
Evlilik! Evlilik! Annemin, onu duymaktan nefret eder hale gelene kadar her gün yüzüme tekrarlamaktan bıkmadığı o iğrenç sözcük. Bu sözcükten o kadar iğreniyordum ki...
–Bir insan iki kişiyi birden nasıl sever
kızım? Hiç iki karpuz bir koltuğa sığar mı?
–Sevgi karpuza benzese belki biraz daha kolay olurdu anneciğim; ama kim bilir, belki de sevebilir.