Kahvede fakirden başka kimse yoktu. Pantolonlu hanım iskemlelere Eyüp oyuncağını yeni görmüş bir frenk çocuğu gibi baktı. Ahali bu tuhaf şeylerin üstüne nasıl oturuyor diye güldü. Sungur Bey seneye varmadan burada plaj mı nedir, nevzuhur bir deniz hamamı yapacağını söyledi. Sarı şemsiye şuraya, kırmızı şemsiye buraya... Kahvenin kendisi mor-yeşil... Yerlerin de üstüne kum dökeriz, diye hanıma anlattı durdu. Nihayet fakiri de gördü. İltifat buyurdu. “Sence köy halkının en çok neye ihtiyacı var baba?” dedi. Ben de, “Efendim, köy yalın ayak başı kabak, sarı-kırmızı şemsiye bizim için kel başa şimşir tarak gibi olur,” dedim. O, “Senin aklın ermez. Buraya plaj yaparsam akın akın paralı müşteri gelir, ahali para kazanır, gözleri dünya görür,” dedi. Ben, “Size âlem efendim, bu yeni şeylere bizim gibi köhnelerin aklı ermez,” dedim. “Aferin baba,” dedi, “her ihtiyar senin gibi düşünse, işi aklı erenlere bıraksa biz dünyanın en medeni milleti oluruz,” dedi. Ben de, “Efendim, bizim kadar medeni millet dünyada yok,” dedim. Kızacak sandım, fakat güldü. Hoşuna gitti. Uzun uzun sohbet ettik.
— Ne konuştunuz?
— Meraklı adam. Herkes hakkında malumat istedi. Bir hayli sizin korudan bahsetti. Sahiplerini sordu. Kızlardan biri: “Bu koca yerde bir tek aile mi oturuyor?” diye sordu. Pantolonlu hanım: “Âlâ hayvanat bahçesi olur,” dedi. Sonra...