Biz kadınlar zaten hep böyle değil miydik ? Acıdan ölürken bile hayat vermek birincil görevlerimiz arasındaydı. Sanki başkalarını yaşattıkça yaşıyorduk, başkalarını mutlu ettikçe mutlu oluyorduk. Sonra elimizde kendimize yetecek bir ben kalmıyor ve tükeniyorduk ama bunu dahi çoğumuz idrak edemiyorduk. Oysaki biz hepsine katlanabiliyorsak onlar da pekâla dayanabilirdi.
Sonuçta hepimiz, hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuralıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları... Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki can simitlerini söküp alanların çocukları... Sağ kalmayı bilmiş olanların... Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların... Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri "Ya o ya ben!" dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı... Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar...
Fikirler birbirlerini, kitaplar da unuttum sandığınız eski satırları çağırır. Bu kitabın başından sonuna Jose Saramago’nun Ölüm bir varmış bir yokmuş, kitabı bana eşlik etti. Saramago ölümün birden ortadan kalktığı bir şehirde artık kimsenin ihtiyaç duymadığı mezar kazıcı, tabut imalatçısı gibi mesleklerden bahsederken din adamlarının düştüğü