Artık ev bomboştu, kapılar kilitlenmiş, şilteler bükülüp kaldırılmıştı, o başıboş ezgiler, kocaman orduların o ileri karakolları, uğuldayarak içeri saldırıyor, çıplak tahtaları silip süpürüyor, onu bunu kemirip savuruyorlardı, ne yatak odasında, ne de oturma odasında kendilerine doğru dürüst karşı koyan hiçbir şeye rastlamıyorlardı, karşılarında yalnız, sallanan perdeler, gıcırdayan tahtalar, çıplak masa bacakları, paslanmış, kararmış, çatlayıp kırılmış birkaç tencere ile çini fincan ve tabaktan başka bir şey yoktu. Ev halkının döküp saçarak bırakıp gittiği şeyler — bir çift ayakkabı, bir avcı kasketi, solmuş birkaç eteklik, gardroplarda kalan pardesü ve ceketler — yalnız bunlar insan biçimlerini sürdürüyorlardı ve bu boşluk içinde bir zamanlar onların içini dolduran, onları canlandıran insanlar olduğunu belli ediyorlardı; bir zamanlar bu ilikler ve düğmeler üzerinde insan elleri dolaşmıştı; bir zamanlar şu aynaya bir yüz yansımıştı; bir zamanlar bu aynaya bir dünya çizilmiş, orada bir insan kıpırdamış, bir el görünüp kaybolmuş, kapı açılmış, itişe kakışa çocuklar içeri dolmuşlar, sonra yine çıkıp gitmişlerdi. Şimdi her gün, ışık, tıpkı suya yansıyan bir çiçek gibi, karşı duvara vuruyor, orada pırıltıyla deviniyordu. Bu duvarda yalnız rüzgârın önünde çalımla sallanan ağaçların gölgeleri saygı ile eğiliyor, ışığın, içinde kendini yansıttığı bu gölü bir an için karartıyorlardı; bazen de uçan kuşlar, yatak odasının döşemesinde, hafifçe çırpınan yumuşak bir leke bırakıyorlardı.