“Her ikimiz de ölümü çok erken tanımışız,” dedi Breuer düşünceli
bir biçimde, “ve her ikimiz de erken yaşlarda acı bir kayıp ya
şamışız. Kendim için konuşacak olursam ben hâlâ bunu üzerimden
atamadım. Ama sizinki, siz bu kaybmıza ne diyeceksiniz? Sizi
koruyan bir babanızın olmaması nasıl bir şey?”
“Beni koruyan mı yoksa bana baskı yapan mı? Bu bir kayıp
mıydı acaba? Bundan emin değilim. Ya da şöyle demeli: Bu
durum, çocuk için bir kayıp olarak görülebilir, ama adam için
değil.”
“Bunun anlamı?” diye sordu Breuer.
“Bunun anlamı sırtımda babamı taşıma yükünü yaşamadım hiç,
onun yargılarının ağırlığı boğazıma çökmedi, benim yaşama hedefim
onun tutkularını gerçekleştirmek biçimini almadı. Babamın
ölümü bir nimet, bir özgürlük olarak da görülebilir. Onun geçici arzuları
asla benim yasam haline dönüşmedi. Kimsenin daha önce
geçmediği kendi yolumu kendim keşfetmek üzere tek başma bırakıldım.
Bir düşünün! Ben, Deccal, sahte inançlarla cinleri kovabilir,
her başarım karşısında sitemle acı çeken bir vaiz-babayla yeni
hakikatler arayabilir miydim? Tüm o yanılsamalara karşı yürüttü
ğüm mücadeleyi kendi şahsına bir saldırı olarak görecek bir babayla?”
“Ama”, diye araya girdi Breuer, “ona ihtiyacınız olduğunda sizi
korumuş olsaydı, yine de Deccal olmak zorunda kalır mıydınız?”