"Ben, iki insanın daha yüce hakikati bulmak için bir ihtirası paylaştığı bir aşk düşünüyorum. Belki de buna aşk dememek gerek. Belki de dostluk demek daha doğru."
Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı: Hiçbir yerden...
Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için...
Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği ... İçine atmak, diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?
"Sevgili anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok."
"O işte! Türkiye'nin Ruhu! Adı bile güzel! Ama bak, sonra ne oldu? Türkiye'nin ruhu mu kaldı? Sattı Türkiye ruhunu! Hem de yıllar önce sattı. Hem de bir pezevenk gibi sattı! Anlayacağın, bir orospu parasına gitti memleketin ruhu! ... "
Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna.
Ama dediği gibi, ölene kadar oradaydı. Hatta öldükten sonra bile ... Orada ... Daima ... Gökyüzü ya da başka boyutların görünmez bir katmanında, yan yana, iç içe, iyilik ve adı konmamış bir huzurla harçlanmış biçimde ... Bilmekten öte hissetmekle gidilen bir yerde. Enstrümanların adı bilinmese de, hayatta ilk kez duyulan klasik müzikten sulanan gözlerin yağmur damlası olup ışığı yedi renge böldüğü bir yerde ... Cehalet ve bilgeliğin hiçbir anlam ifade etmediği bir yerde ... Oğuz Atay nerede duruyorsa, orada ... Tutunamayıp nereye düştüyse orada ... Belki de düşmeyip yerçekiminden muaf olduğunu fark ettiği anda ... Tutunarak değil, uçuşarak gittiği yerde ...