bir küçücük kurşunkalemle şuncacık bir kağıt parçasının olmaması, "fikir" denilen insan varlığındaki en üstün kudreti sulandırıp dağıtmakta, hiçbir işe yaramaz hale getirmekteydi.
bir devletin devrini tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi. burası karmakarışık, yırtık pırtık, mahvolmuş bir adaletin süründüğü "antika" bir yerdi.
Hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ızdırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben "kapalı" denilen ruhların muammadan elbiseler içinde büyük ve derin görünmelerine itimat etmem ve bu tuvaletin muammasından alelade ruhların da basit bir maharetle istifade ettiklerini bilirim.
ama ardarda kopuşların hüznü değil bendeki. ardarda kopa kopa, kopacak tek şeyi kalmamış olduğunu algılamanın hüznü. hüzün duyulması gereken her şeyden hiç hüzün duymamak, altından kalkılması en ağır hüznü yığıyor üstüme.
olivia'nın duygularını benimle paylaşma gereğini duyması çok hoşuma gitmişti, çünkü bu onun için ne denli vazgeçilmez olduğumu ve varoluşun zevklerinden ancak ikimiz paylaştığımızda zevk alabildiğini gösteriyordu bana.
her şeyi bilip herkesi anlıyorum. içimde herkesi anlamanın, gücüm sadece kendime yeteceği için herkese bir şekilde hak vermenin, her durumda suçu kendime yıkmanın bir yolunu muhakkak bulmanın yükünü taşıyorum çünkü benim işim bu.
okumayı ve yazmayı yetişkinler gibi bir poz olarak görmüyor, her kelimeyi ciddiye alıp varlığın özüne ekliyorlar. kitapları okumuyor, ellerinden geçirerek yaşıyorlardı belli ki.