'İyi güzel de benden ne istiyorsun,' diyorum merakla. 'Oturmuşum Kâbe'nin dizinin dibine, Kur'an'ımı okuyorum, Kâbe'ye bakıp bakıp dua ediyorum... Nereden çıktı şimdi bu muhabbet? Otuz üç yıldır yoktun madem, neden bugün geldin yanı başıma, diye çıkışıyorum.
Diyor ki, 'Şimdiye değin kendini duymaktan kaçtın hep. İç sesini yabancı ettin kendine. Sana yaralarını fısıldayan, iyileşmeni murat eden sesimi yok saydın. E baktım hacca geldin, sıfırlanmak, yenilenmek, yeniden doğmak üzeresin, tam zamanı diye düşündüm,' diyor. 'Kabuklarını bir bir açmanın, özüne ulaşmanın, kendi 'ben'ini fark edip sesine kulak kabartmanın zamanı geldi de geçiyor. Aynı soğan gibi,' diye ekliyor.
'Soğan mı, o da nereden çıktı,' diye soruyorum şaşkınlıkla. 'Soğan gibi, kabuklarını kat kat soyman gerekir,' diyor. 'Soğanın özüne, cücüğüne ancak öyle ulaşırsın. İnsan yaraları da böyledir. Dış kabuktan başlayıp içe doğru aşikâr eder yaralar kendilerini.
İşte bu yüzden dün değil de bugün geldim yanına,' diyor. İyileş artık, soy kabuklarını, kendini kabuk sanmayı bırak diye geldim, diyor, şefkatli, anaç bir tavırla. 'İyi de nasıl?' diye soruyorum. 'Öyle çok sarılmışım ki yerini, nedenini ve nasılını bile bilmediğim kabuklarıma. Kabuklarım olmadan çıplak hissetmekten korkuyorum,' diye fısıldıyorum. 'Eee çıplak doğmadın mı zaten?" diyor. 'Yeniden doğmak istiyorsan çıplak olman şart...