BUZ GİBİ
Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Tıraş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa Masaya, merdivene, aynalı dalaba Derken ardından şıpınişi bir kahvaltı Amanın dersin bu ne delice gidiş Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı İspinoz düşünür müydü?
Deli olan kaşınır mıydı?
Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmiyecek!
Bir pazartesi günüydü. Günler şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler! Uyandığımız zaman üçte birini arkada bırakmışızdır başlayan günün, kaldı mı üçte ikisi... Yap bakalım hesabını!.. Hey gidi pazartesi hey! Kaldı on saatin. Bir saat kavgaya say, bir saat konuşmaya, iki saat yürümeye, yarım saat düşünmeye koy, yeme içmeye de
Bir akşam
iki arkadaşımla birlikte
Kristiania yakınlarındaki
tepelik bir patikada yürüyordum.
Hayatın ruhumu yırtıp açtığı
bir vakitti.
Güneş batıyordu
ufkun altında
Bir şeye bir kez isim verildiğinde o isim, o şeyin bütününü ya da neden önem taşıdığını görmene engel oluyor. Kelimeye odaklanıyorsun ki o aslında en önemsiz bölümü, buz dağının tepesi.
"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
Saat biri çeyrek geçiyor.
İşte şu an hissettiklerim:
Başımda şiddetli bir ağrı var. Belim buz gibi, alnım alev alev yanıyor. Ayağa her kalkışımda ya da öne doğru her eğilişimde adeta içi dalgalanan bir sıvıyla dolu olan beynim kafatasımın çeperlerine çarpıyor.
Çırpınırcasına titriyorum ve ara sıra kalemim âdeta galvanik bir akımın etkisiyle sarsılan elimden düşüyor.
Gözlerim duman içinde kalmışım gibi yanıyor.
Dizlerim ağrıyor.
İki saat kırk beş dakika sonra iyileşeceğim.
Takvimlere bakarak tayin edilen zaman sadece sadece buz gibi bir matematiktir. Oysa özlemekler sayılmaz. Özlemekler bilhassa yalnız kaldığınızda gelir suratınıza kürekle vurur.
"Yeryüzünde titrek bir ses duyuldu.
Daha önce hiç duyulmayan bir sesti bu.
İlk defa kımıldayan bir gırtlaktan geliyordu.
"Bana en koyu karanlıklarda yaşamış bir insandan bahsettiler. Sanki bir uçurumun dibindeymişçesine en sönük bir ışık parıltısı bile değmemiş gözlerine.
"Bana sessizlik içinde yaşamış bir insandan bahsettiler. En kısık bir ses bile değmemiş kulaklarına...
"Hayatı boyunca ilginç bir şekilde hep ılık olan bir suyun içinde gerçekten yaşamış ve sonra da birden buz gibi bir akarsuya daldırılmış bir insanın hikâyesini duydum.
"Bu insan önceden hiç nefes almamış ciğerlerini birden havayla doldurmuş. Hep sönük kalmış ciğerlerini birden havayla şişirmiş ve acıyla çığlık atmış...
"Yeryüzünde kavruk, titrek bir ses duyuldu. Daha önce hiç duyulmayan bir sesti bu. İlk defa kımıldayan bir gırtlaktan geliyordu.
"Bu, istirahat eden insanın sesiydi.
"Böylesine mutlak bir istirahati kim hayal edebilir ki?
"Yemek yeme zahmetine bile girmeyen birinin istirahati, çünkü onun için başkası yemek yiyordu. Bütün kas lifleri rahat konumdaydı, çünkü yaşaması için gerekli ısıyı başka dokular üretiyordu. En içteki dokuları bile kendilerini zehirden ve mikroplardan korumak için çalışmak zorunda değildi, çünkü başka
dokular ona hizmet ediyordu. Ve oksijen o nefes almadan veriliyordu ona, canlılar içinde ne eşsiz bir ayrıcalık!
“Herkesin büyük bir ustalıkla gülerek geri çekildiği bir dünyaydı. Her yeni başlangıç yeni bir pişmanlık demekti. Gittiği yerlerden yüklenip geliyordu insan yalnızlığını. Umutsuzluk öyle bir yılgınlık yaratmıştı ki herkes her söze inanır olmuştu. Çifte sürgülü kapılar aralandıkça buz gibi bir suskunluk sızıyordu eşiklerden. Herkes yaşadığı oyuğun soğukluğu ile orantılı bir kasıntı içindeydi. Eşyalar bile sahiplerinden daha sıcak, daha kişilikliydi. Gökyüzünü çarşılarda yitiren insanlar, odalarında yanan ışıklara bakarak niyet tutuyorlardı. Yıldızlar çoktan çekilmişti çatılardan. Kimse bir ayin gibi yaşamıyordu günün batışını. Kimsenin sabahla arındığı yoktu. Herkes ölçülü bir incelikle birbirine elini uzatıyor, ama kimsenin eli kimseye değmiyordu. Dokunmak nesnesiz bir duyguydu, insanın gövdesinde taşa kesilen. Küçük adamların büyük yalnızlığı doldurmuştu dünyayı."
“…kralın çöküş sebebi bir kadındı; teni ay kadar beyaz, gözleri yıldızlar kadar mavi bir kadın. Hiçbir şeyden korkmayan kral, kadının peşine düşmüş, onu yakalamış, onu sevmişti ama kadının teni buz kadar soğuktu ve kral ona tohumlarını verdiğinde ruhunu da vermişti.”