Hangi fakülteden olduklarını bilmediğim öğrencilere ve öğretmenlere yöneltebileceğim tek suçlama, üç yüz yıldır aralıksız serilip duran çimenliklerini savunmaları sırasında benim küçük balığımın bir köşeye gizlenmesine yol açmalarıydı.
Çok gençtim, ölümü o kadar az kavrayabiliyordum ki, her şeyden önce bunun son saniyelerim olabileceğini düşündüm. Belki de bu yüzden duyduğum acı çok soluk kesici, iç parçalayıcı ve boğucu geliyordu.
Daha sonra sık sık kendime, o zamanlar, 1918 sonbaharında, tıp bilimiyle uğraşan araştırmacıların ana niteliği olan öğrenme hırsının mı, yoksa bir çeşit Tanrısallık bir kez olsun yazgı rolü oynama arzusunun mu beni bu işe karıştırdığını sordum.
Ah, hayat yine de çok iyi olabilir aslında, yeter ki bu şahane uyarılar daima gerçeğin söylenmesini isteyen ideal talepleriyle biz fakirlerin kapısına dayanmasın.
"Hasan hiçbir şeyden korkmuyordu. Ölüm onun için bir cennet bahçesiydi. Sustalısını elinden almamışlardı. Hasan gibi insanlara, her şeyi göze almış, ölümün öte yanına düşmüş, ölümün tarlasında, ölümde yaşayan yürekli insanlara yaklaşmak, kim olursa olsun, candarma, eşkıya, katil olsun, isterse en yürekli olsun, kolay değildi. Hasana ancak, Hasan gibi yaşamın ötesine, ölüme düşmüş insanlar yaklaşabilirler, onunla aynı ipte oynabilirlerdi."