Lenin tehlikeyi görmüştü: “Bugün partinin proleter politikası”, diye yazıyordu, “sıradan üyeleri tarafından değil, partinin ‘yaşlı muhafız’ diye adlandırabileceğimiz çok küçük kesimlerinin sonsuz ve paylaşılmayan otoritesi sayesinde belirlenmektedir”. Devrim sonrası dönemde arrivistes [ikbal avcıları] partiye doluşmuştu çünkü parti üyeliği hükümette, orduda ya da sanayide maaşlı görevlere ulaşmanın vizesi olmuştu. 1922 gibi erken bir tarihte bile Şubat Devrimi’nden önce partiye üye olanların oranı yalnızca 40’ta 1 idi. Lenin de belirmekte olan parti-devlet bürokrasisinin potansiyel lideri olarak Stalin’e işaret etmişti. Ölümünden kısa bir süre önce yazılan gizli vasiyetnamesinde, partinin genel sekreteri olan Stalin’in “elinde sınırsız yetki topladığı”, böyle bir gücü kullanmak için fazlasıyla hoyrat ve bürokratik birisi olduğu, “Stalin’i o görevden uzaklaştırıp yerine başka birini getirmeyi” düşünmeleri gerektiği konusunda önde gelen partili yoldaşlarını uyarıyordu.
Gelgelelim "damla", içindeki "Can" vasıtasıyla, ayrı düştüğü "deniz"le hep bağlantı halindedir. Varoluş konumu açısından insan, iki kutuplu bir varlıktır. Bir kutupta beden, diğer kutupta ise Can yer alır. Wilber'in söylediklerine tasavvufi açıdan bakarsak:
Ten candan, Can da tenden gizli değildir. Fakat kimseye Can'ı görme izni verilmemiştir.
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, 6. beyit, çev. Ş. C.)
Dünyada güneş gibi insanı şaşırtan acayip bir şey yoktur. Fakat Can güneşi, ondan daha çok şaşırtıcıdır. Çünkü dünyayı aydınlatan güneş fanidir. Can güneşi ise ebedîdir. Onda "dün" yani geçmiş zamanın anlamı yoktur.
(Hz. Mevlânâ, Mesnevî, çev. Ş. C.)
Kitap Pelin Çift ile Prof Dr Ömer Faruk Harman'ın söyleşisinden oluşuyor. İçerik olarak sırasıyla Kudüs'ün Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için öneminden ve bunun tarihi kökenlerinden bahsediliyor. Anlatım bolca fotoğraf ile de destekleniyor. Konuyla ilgili bilgisi sınırlı olanlar için çok faydalı bir giriş kitabı bence. Temel seviye birçok bilgi öğrenilebilir. Ben bu açıdan çok faydalandığımı düşünüyorum ve bu konudaki okumalarımı daha ayrıntılı ve spesifik konularla devam ettireceğim. Sadece en sondaki Kudüs'ün Gizli Tarihi isimli, esrarengiz ve gizemli olaylardan bahsedilen bölüm ilgimi çekmedi.
Momo'nun hiç kimsenin yapamayacağı biçimde başardığı
şey, dinlemekti.
Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes din-
lemesini bilir diyecektir.
Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo'nun eşi örneği yoktu. Momo, karşısındakileri, aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi. Bunun için uyarıcı şeyler söylemez veya bazı sorular sormazdı, aksine sessizce oturur ve anlatılanları pür dikkat, canı gönülden dinlerdi. Karşısındakine iri, simsiyah gözlerini açarak bakar ve o kimse, kendisinin bile o ana kadar fark etme-
diği gizli kalmış düşüncelerini rahatça açıkladığını hayretle görürdü. Şaşkın, kararsız kimseler bile ona dertlerini anlatırken, birdenbire ne yapmak istediklerini bulurlardı. Ya da çekingen yaratılıştı biri, birdenbire kendini rahat ve konuşkan hissederdi. Mutsuzlar, dertliler onun karşısından ferahlamış, rahatlamış olarak ayrılırlardı. Hatta kendi yaşamını gereksiz, anlamsız bularak, kendisinin her an yeri doldurulabilecek önemsiz bir kişi olduğuna inanan
biri bile, bütün bunları Momo'ya anlattığında, nasıldır bilinmez,konuşmasını bitirmeden söylediklerinin gerçek olmadığını, insanlar arasında onun da bir yeri olduğunu ve dünyada kendisinin de bir önemi bulunduğunu kavrardı.
Azîz Mahmûd Hüdâyi Hazretleri, üstadı Muhammed Üftade Hazretleri’nin hizmetinde bir talebe iken, birçok talebenin arasında, üstadının yanında çok farklı bir yeri vardı. Üftade Hazretleri, talebeleri arasında en çok onunla ilgilenir, ona birçok iltifatta bulunur ve onun yetişmesine ayrı bir özen gösterirdi.
Muhammed Üftade Hazretleri’nin o talebesi
Mary annesine uzaktan bakmayı severdi ve onun çok hoş olduğunu düşünürdü; ama annesi hakkında çok az şey bildiğinden, onu sevmesi veya uzak bir yere gittiğinde özlemesi pek beklenemezdi.