Faruk Duman'ı okumak ayrı, anlamak ayrı. Bu dilin lezzetine varmak ayrı, ama bu dille anlatılanları takip etmek ayrı, kavrayabilmek ayrı. Sırf anlatılışı güzel diye hikâyeleri sevebilmek ayrı, ama hakikaten bu hikâyeler ne anlatıyor diye sorsak, işte onu anlamak ayrı. Benim tek bildiğim, bu kitabında da gördüğüm üzere, Faruk Duman kitaplarını okumaya başladığımız bir iki sayfa olmuşken hemen kendimizi bir ormanda bulmamız: bir ormana giriyoruz ve bu ormanda herşey belirsizleşiyor, önce bize güven veren ve neyin ne olduğuna işaret eden ve kendisi olan kelimeler sonra o ormanın karmaşıklığından, ağaçların içiçe geçmişliğinden, yolların patikaların gizlenmişliğinden, dolambaçlığından bize artık işaret ettikleri şeyleri değil, sanki ne olduklarını hemen bilemeyeceğimiz, belirsiz şeyleri anlatıyorlar.. Bu yüzden hikâyeleri takip etmek zor...Keder Atlısı adlı kitabında olduğu gibi. Faruk Duman bu kitabında da dili bilinçli olarak büküyor, esnetiyor, zorluyor, cümleleri yarıda bırakarak, sonlandırmayarak üslûbunu oldukça hissettiriyor. Ne hikâyeleme tarzı ne de dili alışageldiğimiz hikâyelere benzemiyor Faruk Duman'ın; diğer kitaplarında gördüğüm üzere bu üslûbu anladığım kadarıyla bütün kitaplarında sürdürüyor. Kitabın başında annesinden dinlediği hikâyeleri kendi tarzınca bize anlatan anlatıcımız hikâyeler ilerledikçe belirsizleşen, kolay kavrayamadığımız, belki, bir ihtimal bilinç akışı tekniğine dahil edilebilecek bir biçimde bir dünyaya sokuyor bizi, işte yazarın ormanı herşeyin iç içe geçtiği, ışık ve karanlığın birbirini sarmaladığı bu dil ve hikâyeler ormanı.