"FELAH" KELİMESİ NEDEN TÜRKÇELEŞTİRİLMEDİ?
Ezanın özellikle Türkçeleştirilmeyen yegane kelimesi “felah”tır, bunun sebebi de “kurtuluş” yapılırsa bazı yanlış anlamalara veya kötü niyetlilerin suistimaline açık bir nokta kalır endişesidir. İstanbul'da o zamanlar Rumların oturduğu Kurtuluş semtinin eski ismi Tatavla idi. 1930 yılında vuku bulan bir yangından sonra ismi değiştirilmişti. Ezandaki o ibare “Haydin Kurtuluş'a” diye tercüme edilse dolmuş kâhyalarının sözlerine berzetileceğinden çekinilmişti. Öte yandan bazıları bunu “rejimden”, yani “Cumhuriyetten kurtuluşa” şeklinde anlayacak ve alay konusu olarak istismar edilebilecekti. Bir başka yoruma göre ise “Felah'ın “kurtuluş” anlamına geldiği bilinirse namazın kurtuluş olduğu anlaşılacaktır ki bu durum namaz kılmayan yöneticilerin işine gelmeyecektir.” Hangisi daha etkili olmuştur bilmiyoruz ama bildiğimiz, bu sözde ezanı Türkçeleştirme girişiminin “felah” kelimesinin surları önünde durduğu ve onu Arapça değil Türkçe kabul etmiş olduğudur!
Günümüzde, geçmişi unutturularak yok edilmek istenen bir milletin en tipik örneğini görmekteyiz: Moskoflar, Sovyetler ülkesindeki en azından 40 milyon Türk'ü ortadan kaldırmak için bu çareye başvurmuşlardır, önce eski ulus, uruk ve boyları sözde ayrı milliyetler hâline getirmişler, alfabelerini ayırarak ortak edebî dili bertaraf etmişler sonra da tarihte görülmemiş bir utanmazlıkla uydurma tarihler düzerek "geçmiş"le ilgilerini kesmeye başlamışlardır. Aynı maskaralık İran'da da yürütülmektedir. Türk, Fars, Kürt, Arap, Lor, Bülüç ve Ermeni'den kurulu 25 milyon luk devletin içinde 12 milyonluk nüfuslarıyla en büyük ve en enerjik unsur olan Türklere Türklüklerini unutturmak için her şey yapılmakta, bu Türklerin aslında Fars oldukları halde Cengiz istilâsı sırasında zorla Türkçe konuşmaya zorlandıkları gibi ahmakça bir iddia ileri sürülmektedir.
Reklam
Burada, Avrupa’nın büyük müsteşriklerinden Jan Ripka’nın benim hakkımda yazdığı bir mektuptan birkaç cümleyi nakl etmek isterim. Jan Ripka, Çekoslovaktır. Garp dillerinden Almanca, Fransızca, Rusçadan maadâ, Avrupa’da şarkıyat tahsil etmiş; Türkçe, Farsça ve Arapça öğrenmiştir. “18. asır şâirlerinden Seyyid Vehbî’nin bu hârikulâde eseri, aslında, İstanbul’daki ikametimin asıl gayesi idi. Nihad Bey’le yaptığım dersleri sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Lugat kitapları ile çevrilmiş divan üzerinde oturur, büyük Viyana muhasarasının fotokopilerini başlangıçta büyük müşkilâtla okurdum. Nihad, karşımda bir iskemleye oturur, sigarasını yakar, tashih eder ve şerh ederdi. Şimdi, en mühim noktaya geldik. Viyana Üniversitesi’ndeki tahsilim sırasında birçok Arap, Türk ve İran klâsiğini okumuştum. Bunların okunması benim için yeni bir şey değildi. Ve, zâten, her dersten evvel ciddiyetle hazırlanırdım. Ve bu suretle, mevzua yabancı kalmazdım. Fakat, bu defa, mevzuun bütün güzelliğini kavramağa muvaffak oldum. Nihad Bey, benim gözlerimi açmıştı. Mısralar okuyorduk. Manasını anladığım zaman bile, benim rehberim, o zamana kadar benim için anlaşılmamış olan bir sihirli âlemi bana açıyordu. İşte o zaman, bütün Türk şiiri ve sonunda bütün İslâm şiiri bana açıldı. Her mısra, hakikî bir şâh eserdi. Eski hocalarım, kendilerini büyük hürmetle hatırlamama rağmen, bunu hiç hatırlamamışlardı.”
Müddessir Suresi
Modern çağda para kazanma hırsının mabedi olan “borsa”nın sembolünün “boğa” olmasından da anlaşılacağı gibi Kur’an’da geçtiği şekliyle “bakara” (boğa/inek/öküz/buzağı) eski çağların mülk (iktidar, mal, para, zenginlik, güç) tanrısının sembolüydü. “İneği kesmek” veya “altından buzağı yapmak” gibi deyimler hep bununla ilgilidir. Onun için Hz. İsa aynı kandilin ışığında diyor ki: “Hem Allah’a hem Mamon’a kulluk edemezsiniz!” Birini kabul ediyorsanız diğerini ‘kesmeniz’ gerekir.
Sayfa 59
Müddessir Suresi
Çünkü tarih boyunca "put" veya "totem" dediğiniz şey insanoğlunun tutku, dürtü ve ihtiraslarının dışavurumudur. Mesela Yunan tanrılarından "Afrodit" heykeli, aslında insanın "şehvet" dürtüsünün dışsallaşmış, heykel, totem veya put haline gelmiş şeklidir. Onun için aşk tanrıçası derler. Keza eski Mısır'da “boğa/bakara" (Izıs ve Oziris) da böyledir. Sümer'deki İanna da böyledir. İnsanoğlundaki güç, kudret, şehvet ve zenginlik hırslarının dışavurumlarıdır. Araplardaki Lat, Menat ve Uzza da öyledir. Bunlar sonuç itibariyle taştan tahtadan bir takım heykellerdi. Şehre (Mekke'ye) hakim 9 çetenin "mülk hırsını" ifade etmekteydiler. Her ne kadar dışsallaşıp Kabe'nin içine, sağa sola heykel olarak dikilmişlerse de, esasında onları Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid b. Muğire gibi şehre hakim 9 çete elebaşısının (Yeda Ebu Leheb'in) içsel dünyalarında, tutku ve ihtiraslarında arayacaksınız. Önemli olan önce bunların yüreklerden sökülmesiydi. Çünkü insanı dışındaki değil, içindeki kirletir!
Sayfa 59
İbn-i Sinâ, Gazali gibi büyük ve Batı'ya bilimi öğretmiş olan gerçek âlimlere göre gerçek bilim adamı, fenci ise, hekim ise, yalnız bu dış dünya bilimlerinde değil, aynı oranda iç âleminin, gönlün de bilimlerinde yetişmiş olmalıdır. Batılı bu konuda geri kalmıştır. Gönül gibi kelimelerin Batı dillerinde karşılığı yoktur. Çünkü Batı'da böyle kavramlar yoktur. Derin, eski kültürleri olan Asya milletlerinde vardır. Batı bu eksikliğin acısını bugün bol çekiyor. Sanayide ilerlemiş, madden zenginleşmiş olmalarına rağmen Batı'nın insanları ve toplumları huzursuzluk, mutsuzluk içindedirler. Sözün kısası, "Osmanlıca" dır, diye "hikmet", "rahmet" gibi sözcükleri atmak çok şey kaybetmemize yol açar. Halbuki biz kendi insanlık hasletlerimizi korumakla kalmayıp bu zavallı Batı'ya da öğretmeliyiz Hele Türk dilinin unutturulup, ulusumuzun Anglolaştırılması oyunu ' na kurban gidersek, gençlerimiz yabancı dilde, misyoner tipi okullarda yetişmeye devam ederse gönül gibi sözcüklerle birlikte gönlümüz de gider.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.