İnsanlar, insanoğlunda var olan yüceliği hissetmeyi öğrenecekler. Ayaklar altına alınmış olan haklarını sadece talep etmek yerine, onları kendileri elde ettikleri zaman aslında onlara sahip olmuş olacaklar.
Felsefi içgörünün en alt kademesinden en üst basamağına kadar olan merak duygusu ve bilgi edinme baskısı, özgür olma isteğinden, fikir ve düşüncelerinde dünyayı kendine ait bir yer yapabilme çabasının doğar.
Bir ayakkabının ayağımıza olup olmayacağını anlamak için nasıl ayakkabıcı olmaya gerek yoksa, tüm dünyanın ilgi gösterdiği konulara dair bilgi sahibi olmak için de pek fazla profesyonel olmaya gerek yoktur.
Felsefe karşısında teologların fikir savaşı açısından talihsiz bir durum söz konusudur: felsefe bir yandan polemikçi olmak zorundadır; öte yandan itirazlar öylesine sığdır ki, felsefi eğitim ilk unsurlardan başlamak zorundadır.
Homeros’un krallara söven Thersites’i tüm zamanlar için kalıcı bir kişiliktir. Hiç kuşkusuz her çağda Homeros’un zamanında olduğu gibi vuruşlar almaz, sağlam bir değnekle dayak yemez; ama hasedi, dikkafalılığı etinde taşıması gereken dikendir ve onu kemiren ölümsüz kurt eşsiz amaçlarının ve sövgülerinin dünyayada her şeye karşın bütünüyle sonuçsuz kalmalarından duyduğu acıdır. Ama Thersitesciliğin yazgısından duyduğumuz sevincin zararlı bir yanı da vardır.
Efsaneler, halk şarkıları, gelenekler böyle kökensel tarihten dışlanmalıdır, çünkü bunlar tarihsel olarak henüz puslu öğelerdir ve bu nedenle bilinçleri puslu halkların tasarımlarına aittir. Burada ne olduklarını ve ne istediklerini bilen halklar ile ilgilenmeliyiz. Görülen ya da görülebilir edimselliğin toprağı bundan böyle daha sağlam bireyselliğe gelişmiş halklarda tarihsel öğeyi oluşturmayan o efsanelerin ve şiirlerin büyüme zemini olan geçicilikten daha sağlam bir zemin sağlar.