Bütün insanlar, bilseler de bilmeseler de, bu inanç için yaşarlar. Eğer aniden onlara bir saat sonra hepsinin ölmek zorunda olduğu söylenseydi, yapıyor oldukları ve yaptıkları hiçbir şeyin onlar için bir zevki, bir tadı, bir değeri olmazdı. Şimdiki gerçeklik gelecek aynası olmadan rezil, pis, anlamsız olurdu. Rövanşları, zaferleri, yükselişleri, terfileri be zamları, istilaları ve unutuluşları ümit ettiren yarın olmasaydı, insanlar daha fazla yaşamaya razı olmazlardı. Yarının uzak korkusu olmasaydı, bugünün kara ekmeğini yemek istemezlerdi.
Karanlık bir et hapishanesinden dünyaya geliyoruz biz, dostum ve kardeşim. Ve özgür kalır kalmaz yeni bir hapishane inşa etmek istiyoruz; daha korkunç bir hapishane, bir ruh hapishanesi. Çocuklar, sabırsız ellerimizle yüksek duvarlar örmek için çalışarak büyüyoruz; her gün taşlar yığıyoruz, her gözyaşı bize çimento için lazım, her acı daha yalnız, her keşif daha uzak kılıyor bizi. Hülyalı gözlerle kendimizi, sadık bir evdeymişiz misali kendi şahsımıza kilitliyoruz.
Ölüm bile beni yalancı çıkarmak için uğraşıyor. Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. Hayat nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor?
Ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun?
Emiliy Bronte'nin tek romanı olan Uğultulu Tepeler 19. Yüzyılda kadının edeyatta yer alışının hoş karşılanmadığı dönemlerde kaleme alınmıştır. Kardeşi ile birlikte başlarda erkek kimliği ile eserlerini yayınlamışlardır. Virgina Woolf da Kendine Ait Bir Oda kitabında bu kardeşlerden çokça söz etmiştir. Kendine Ait Bir Oda metoforuna sahip olan