Kimse bir efsane olarak doğmaz. Bütün bebekler, ister bir samanlıkta doğsunlar ister bir sarayda, yaşamak için aynı şeylere ihtiyaç duyar. Kimi insanlar, sonrasında kendilerini birer efsaneye dönüştürecek kadar zekidir. Kimileri de başkalarını efsaneye dönüştürür. Yine de efsane dediğiniz, çirkin ve sıkıcı olanı örtmek için kullanılan bir perde değil de nedir? İnsanlar çoğu zaman çirkin ve sıkıcıdır. Bazıları için ikisi birden geçerlidir. Dünya da öyledir. Dünya çirkin ve sıkıcı olmasa, efsanelere ihtiyacımız olmazdı.
Mutluluk, derdim ben de Fabienne’e, insanın her gününü, dört gözle yarını, gelecek ayı, gelecek yılı beklemeden ve her gününü dün olmasına engel olmaya çalışarak durdurmaya uğraşmadan geçirmesidir.
Çoğu zaman yaşamanın bir taş-kağıt-makas oyununa benzediğini düşünürüm: kader umudu alt eder, umut cehaleti ve cehalet de kaderi. Ya da zihnimi meşgul eden haliyle: Kaderciler umutluları, umutlular cahilleri ve cahiller de kadercileri cezbeder.
Aşık da oldum, nefretle de doldum. Ben yağmur ve buz adamıyım. Önceleri şair olduğumdan emindim. Sonra savaş çıkageldi ve beni sonsuza dek değiştirdi. İşte böylece asker, mahkum ve vatansız oldum.
Kendimi İsa gibi hissedemeyecek kadar şişman, siyah gibi hissedemeyecek kadar beyaz ve hakiki bir Avrupalı hissedemeyecek kadar fazla aksan, fazla savaş doluyum. Gerçek bir hasta sayılamayacak kadar da sağlıklıyım.
Şimdi ülkem ve ben modayız ama birkaç gün, birkaç hafta veya birkaç ay içinde unutulacağız. Medyanın kuvvetli ışığı başka bir şeye yoğunlaşacak. Başka bir ülkeye, başka bir savaşa ve başka bir simge kente.
Sürekli bedenimin varlığını hissediyorum, sanki kurşunla kaplamışlar da ağırlaşmış, sanki sırtımda birini taşıyormuşum gibi. Bir türlü kendime alışamadım, alışamıyorum.
Teselli kaynağıdır güzellik, zira tehlikesizdir. İnsanı ölümle tehdit etmez, hasta düşürmez. Apollo’nun bir heykeli kimseyi ısırmaz keza Carpaccio’nun kanişi de. Göz bakacak güzellik -nam-ı diğer teselli- bulamadı mı, bedene güzellik yaratmayı, o kadarını beceremiyorsa, kendini çirkinlikte erdem bulmaya alıştırmayı emreder. İlkinde insan dehasına bel bağlar; ikincisindeyse alçakgönüllülük haznesinden yararlanır. İkincisi daha geniştir ve her çoğunluk gibi kendi yasalarını koymaya çalışır.
..biz hareket etsek de şehir durağandır. Kanıtı da gözyaşıdır. Çünkü göçüp gideriz, güzellik ise kalıcıdır. Çünkü geleceğe yönelmiş olmamıza rağmen güzellik ebedi şimdiki zamandır. Gözyaşı durma, geride kalma, şehirle bütünleşme girişimidir. Kurallara aykırıdır ama. Başarısızlıktır gözyaşı, geleceğin geçmişe saygı duruşunda bulunmasıdır. Değilse, küçükten büyüğü, yani insandan güzelliği çıkarınca kalan sonuçtur. Aynısı sevgi için de geçerlidir, zira kişinin sevgisi, benliğinden büyüktür
İster tek tek bireylerin, isterse de halkların kolektif zihninde, farkında olarak ya da olmayarak, ‘her yabancının bir düşman’ olduğu kanısı yerleşmiş olabilir. Bu kanı, çoğu zaman gizli bir iltihap gibi ruhların derinliklerinde yatar; sadece ara sıra ve eşgüdümsüz gerçekleşen eylemlerde ortaya çıkar; bir düşünce sisteminin kökeninde yer almaz. Fakat gerçekleştiği zaman, ifadesini bulmamış dogma, bir tasarımın büyük dayanak noktasına dönüştüğünde işte o zaman, zincirin son halkasında imha kampı yer alır.
Hep böyle mi olur? Beyaz olan, yani yaşayan bir taraftayken, yas da hep onun kıyılarına mı vurur? Hangi farklı kan onları bir araya getirmeyi başarır? Biri buğulu camların ardından düşlere giden yolun izini sürerken, öteki yağmurlu ilk akşamı hangi huzursuzlukla seyreder?