Ve sen, aynı onun gibi tutkulu istem duyan sevgili can, onun acısından avuntu bul ve ister tecelli olsun, ister kendi suçun yüzünden, kendine daha yakın birini bulamazsan, bu kitapçığı dost edin.
Bu yüzden öldü, dedi bana doktor.
"Bizlerden daha sağlıklıydı; ama insan onun göğüsünü dinleyince, yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu."
“Fyodor Dostoyevski, insanın ancak acı çekerek olgunlaşacağını söyler. Bu açıdan bakınca İstanbul’un benim hayatımda çok önemli bir yeri var. Çünkü ben bu şehirde olgunlaştım.”
“İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer.”
Bu sözün altında derin bir acı olduğunu hissettim. Ama herhangi bir şey söylemedim. Çünkü etrafını seyrederken, sanki benimle değil de kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Kısa bir sessizlikten sonra, sözüne devam etti:
“Sana hep ihanet eder ama sen yine de onu sevmeye devam edersin.”
Bu sefer sohbete katıldım:
“İstanbul size de ihanet etti mi?”
Yanıt vermeden etrafı seyretmeye devam etti. Bir süre sonra, “Burası çok ama çok güzel bir şehir” dedi. Herhalde başka bir konuya geçmişti. “Bizans, Osmanlı, saraylar, camiler... Masal gibi. Nasıl desem. Baharatlı bir şehir.”
“Ama bu, turistlerin gördüğü İstanbul, profesör” diye uyardım. “Benim İstanbulumsa bambaşka. Bu güzellikleri görmeye vaktim olmuyor.”
“Unutmayın, ben de bu şehirde turist değildim. "
O zaman, düşünce mi önce geliyor, algılama mı? Yoksa, düşünmek ve algılamak arasında başka bir bağlantı mı vardı? Öncelik-sonralık meselesini aşan bir bağlantı.
Peki, madem bu konularda kafa yoruyordum, neden doğru dürüst inceleyip ilgili kitaplar okumuyordum? İçinde bulunduğum akademik ortamların neden olduğu bir alışkanlık mıydı acaba benimki? Bir hoca çıkıp merak ettiğim soruları yanıtlasa yetinecektim. Bilgiye sahip olmak, amaç haline gelmişti. Sormak, soruların ve yanıtların peşinden yürümek, soruların çoğalmasından korkmamak...
Kendime haksızlık mı yapıyordum? Okumayı, araştırmayı sevdiğimi çevremdeki kişiler de kabul ederdi. Öyle olmasa neden kafamı deminden beri bir sürü soruyla yoruyordum ki?
Yoksa bu yaptığım, kafamı yormaktan çok dinlendirmek işine mi yarıyordu?
“Herhangi bir amacım yok” diye açıkladım. “Sadece siz gittikten sonra büyük bir boşluğa düşeceğimi hissediyorum. Bu boşluğu ancak sizin sesinizi dinleyerek, o döneme ait kitaplar okuyarak doldurabilirim.”
Hirsch, kitabın başlangıcına Goethe’nin bir şiirini almıştı.
"Geçer gider yeryüzünde
En güzel nimetler bile,
Zaman sınırlarını aşan düşüncelerimizle,
Yaptığımız etki düşünenlere
Bir tek o vardır, o kalır sonsuzluğa"
"Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!"
"Peki, sen ne görüyorsun bakalım?"
"İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan."