Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

İbrahim Halil Gülben

İbrahim Halil Gülben
@ibrhalgul
Benim tüm çabam kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır. İnsanlar hiç bir şeyimi almazlarsa bana çok şey vermiş olurlar ,hiçbir kötülük etmezlerse ,yeterince iyilik yapmış sayılırlar...
Sosyolog
Sosyoloji-Fırat Üniversitesi
132 okur puanı
Ağustos 2017 tarihinde katıldı
Carl Gustav Jung, insan "sürülerinin" kalabalıklaştıkça akılsızlastığını, hayvan sürülerinin ise tersine, kalabalıklaştıkça akıllandığını söyler. Bunun birçok nedeni olabilir fakat burada dikkat çekeceğim ve birazdan kafamdaki çözümü dayandıracağım yer açısından şu farkı akılda tutmakta fayda var: Hayvan sürüleri, bireysel iradeleri
Sayfa 202 - tutikitapKitabı okuyacak
Reklam
Sürekli değişen bir organizma (insan), sürekli değişen bir dünyada ve evrende nasıl sabit ve değişmez fikirlere, kesin kanaatlere, mutlak doğrulara sahip olabilir? Bunun doğal bir mekanizması var mı, yoksa sadece insana ait bir “kusur” mu bu?
Sayfa 161 - tutikitapKitabı okuyacak
Bir düşünce deneyi Şimdi, ilk okuyuşta garip gelebilecek bir düşünce deneyi yapalım: Gerçekte mümkün olmamasına rağmen, örneğin görme sinyallerini beyne taşıyan görme sinirlerini, normalde gittikleri yer olan beynin arka lobundan çıkartıp, tat almayla ilgili beyin bölgesine bağladığımızı düşünelim. Bu durumda ne olur? Gözünüzden ışık uyarılarıyla oluşturulan elektriksel sinyaller, tat bölgesine giderek sizde “değişik tat" hisleri uyandıracaktır. Bütün duyular için aynı düşünce deneyini yapabilirsiniz. Yani gerçekte bu deneyi yapmak mümkün olsaydı “sesin rengini”, “ağrının sesini”, “kelimelerin tadını" vs. hissedebilecektik... Duyuları bildiğimiz normal yollar dışında algılayan “sineztezi” sahibi insanlarda olan durum, burada hayal ettiğimiz duruma çok benziyor. Bu insanlar sayıları renk, sesleri koku, notaları tat olarak algılayabiliyorlar. Bugün hâlâ mekanizmasını tam olarak çözemediğimiz bu hadise, beynin algı yapısının ne kadar derin bir potansiyel barındırdığını bize sürekli yeniden hatırlatıyor.
Sayfa 81 - tutikitapKitabı okuyacak

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Aşk
Bir kısım sufiler, aşkı “insanın rahatını, iştahını, uykusunu kaçıran tutku” olarak tanımlar. Gerçekten de iki insan arasındaki tutkuya indirgediğimizde, aşk çok garip bir şeydir. Âşık beyin, maşuktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Aşk, maşukun olumsuz yönlerini mantıklı düşünerek görüp irdeleyebilme yeteneğini insanın elinden çekip alır. Âşık olunan insan, âşığın zihin gözüne melekler gibi temiz, hatasız bir varlık olarak görünür. Bu algının doğru olmadığı çok açıktır fakat her birimiz, ömrümüzde en az bir kere böyle bir garip halin içine düşmekten kendimizi kurtaramayız. Neden böyle bir şey başımıza geliyor, daha önemlisi, bu dünyada hem kendi hayatımızı sürdürmek hem de nesillerimizin devamını sağlamak için insana verilmiş bu zihinsel cihazlar, acaba böyle mantıksız bir durumdan nasıl bir fayda sağlıyor? Bütün bunları anlamak için aşkın sinirbilimsel temellerine bakmak, aydınlatıcı bilgiler verebilir.
Sayfa 67 - tutikitapKitabı okuyacak
Eğer bir toplum büyük oranda hayvanî ihtiyaçlarını karşılamayı birinci öncelik edinmiş fertlerden oluşuyorsa, zihin kontrollerinin işi hiç de zor değil: Havucu burnuna tut, at koşmaya başlayacaktır...
Sayfa 37 - tutikitapKitabı okuyacak
Reklam
Tartışılacak konular öncelikle uzmanları tarafından masaya yatirılmalı ve yine uzmanlarca belirlenen bir tartışma çerçevesi içinde makul ve olası tüm anlamlarıyla irdelenmelidir. Herkesin bilim adamı, herkesin bilim felsefecisi, herkesin din âlimi, herkesin futbol yorumcusu olduğu bir toplumda “gerçekten uzman aydın” bulma imkânımız gittikçe azalacaktır (azalıyor da). Meydan, gün geçtikçe kıymeti kendinden menkul akülü aydınlara kalacaktır. Dolayısıyla artık anlamsız kelimelerin havada uçuştuğu bir “söz yitimsel kakofoni” ortama hâkim hale gelecektir. (Tanıdık geliyor mu?) En sonuncu ve belki de en önemli yol ise “lisan” dediğimiz aracın tabiatını anlamaktan geçer. Kullandığımız tanım ve kelimeler genellikle tek bir anlama gelmez, bu kelimelerin tek doğru anlamı da bizim bildiğimiz anlamı olmayabilir -ki genellikle de durum budur-. Koşullara, bağlamlara ve kişilere göre aynı kelimeler, farklı anlam bulutlarını ifade etmek için kullanılabilir. Bunu bildiğiniz takdirde, kelimeler üzerinde kopan kavgalardan fayda ummanın da ne kadar boş bir beklenti olacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Sayfa 30 - tutikitapKitabı okuyacak
Lisan
Oliver Sacks, “Sesleri Görmek (Seeing Voices)” adlı kitabında 11 yaşındaki Joseph adlı bir hastanın durumunu anlatıyor. Önceden zekâ özürlü zannedilen Joseph'in, sonradan sadece işitme engelli olduğu ortaya çıkmış. Çocuk üzerinde yapılan çalışmalardan sonra Sacks şunları söylüyor: “(...) Joseph görüyor, ayırt ediyor, sınıflandırıyor ve kullanıyordu. Algısal sınıflandırma ve genellemeyle ilgili herhangi bir sorunu yoktu. Fakat görünüşe bakılırsa bunun çok ötesine de geçemiyordu. Soyut fikirleri aklında tutamıyor, planlayamıyor,oynayamıyordu. Görüntüler, hipotezler yahut olasılıklarla başa çıkamiyor, hayalî veya mecazî bir dünyaya giremiyordu. Şimdiye sıkışıp kalmış, düz anlama ve anlık algılara kıstırılmış gibi bir hali vardı.” Görünen o ki Joseph, işitemediği için bir dil geliştirememiştir ve dil geliştiremediği için de yüksek zihinsel işlevlerinin birçoğunu yerine getirememektedir. Bu örnek bize, zihinsel işlevlerin kullanılmasında lisanın ne kadar merkezî bir rol oynadığını bir kez daha gösteriyor.
Sayfa 24 - tutikitapKitabı okuyacak
360 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
19 günde okudu
Az
AzHakan Günday
8.5/10 · 21,3bin okunma
Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az... Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi... Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir...
Sayfa 349 - DoğanKitabı okudu
“Siktir et” dedi Derda. İsa'nın ağzından ses hızında çıkmış onlarca cümle, Derda'nın iki kelimesine çarpıp paramparça olmuştu. “Neyse ne! Sonunda bulabildiniz mi defineyi? Yok! O zaman siktir et!” İsa'nın yüzü mermer gibi oldu. Mezarlık mermeri gibi. Damarlarıysa derisine yeşil yeşil yapışıp kaldı. Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı. Isa çevresindeki mezarlara baktı ve iyi ki ölüyorlar, dedi içinden. İnsanoğlunun, hak ettiği için öldüğüne o gün inandı. Ölene kadar da başka bir şeye inanmadı.
Sayfa 203 - DoğanKitabı okudu
Reklam
Mezarlığın tanımı
Oysa insan ölünce uyumuyor, hatta çoğu durumda, ölmeden önce uyanıp gözlerini can simidi gibi açıyordu. Dolayısıyla rahat uyumak gibi bir şey söz konusu değildi. Özellikle de uyuyacak bir şey kalmamışsa. Ama ne de olsa, toprağın iki metre altıyla üstündeki durum hayli farklıydı. Aşağısı gerçekti: Kurtlar, böcekler ve bol bol et. Toprağın üstüyse hayal: "Rahat uyu babacığım”, “Nur içinde yat sevgilim" ve bol bol dua... Ne halt olduğu hakkında, gerçekte, hiçbir fikre sahip olmadığı ölüm karşısında, “Dök bakalım şu suyu, şu otları da bir temizle" gibi cümlelerden başka tepki veremeyen insanoğlunun hayal dünyasıydı mezarlık.
Sayfa 197 - DoğanKitabı okudu
Eğer, insanların ölülerini yakıp sadece gökyüzüne bakarak andıkları bir ülkede yaşıyor olsalardı beş kuruş kazanamazlardı. Ama doğdukları kentte, hayatta kalanlar, ölülerini anmak için, en son görüldükleri yer olan mezarlarına geliyor ve başlarında durup birkaç kez burun çektikten sonra, zamanında az para vermedikleri mermerleri yıkatıyorlardı. Çocuklar da bu noktada devreye giriyordu. Ellerindeki plastik firçalar ve su dolu bidonlarla. Ölüsünü hatırlamaya gelmiş olanın duygusal açıdan gevşemesini fırsat bilip karşısına dikiliyor ve merhamet ağacından para toplamak için küçük ellerini uzatıyorlardı.
Sayfa 196 - DoğanKitabı okudu
“Nerde anan?” diye bağırdı kadın. Sonra da başını kaldırıp eve doğru baktı ve açtı ağzını: "Havva! Gel de piçinin yediği boku gör!" Bir yandan da Süreyya'nın dirseğini yakalamış, yerdeki Derda'yı tekmeliyordu. Ama ayağında terlik olduğu için fazla da hızlı vuramıyordu. “Yok” diyebildi Derda. “Annem yok!" "Nasıl yok?" Kadın onu tekmelemeyi kesip Süreyya'yı kucağına almıştı. “Hastaneye gitti” dedi Derda. Oysa daha önce hiç düşünmemişti annesi sorulduğunda ne söyleyeceğini. "Hastaneye yatırdılar.” Kadın birden acıdı Derda'ya. Ağlamaktan gülmeye geçiş hızında rekortmen bir coğrafyanın tohumu olarak, nefretten acımaya da bir saniyenin altında yolculuk etmişti.
Sayfa 195 - DoğanKitabı okudu
her şey yolundaymış gibi görünüyordu. Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı...
Sayfa 173 - DoğanKitabı okudu
Eroinden kurtulmanın bedelini hayat boyu ondan kaçmakla ödeyecek olan Derdâ, giyinip odasından çıktı ve Hope’un giriş katına inen merdivenine ayak bastı. Kıyrılan geniş basamaklardan indikçe insanlar gördü. Masallardaki balolara bütün davetlilerden sonra gelen gizemli güzel kızlar gibi hissetti kendini. Çünkü insanlar Derdâ'ya öyle bakıyordu. Hayranlıkla. Bunun yanında, konuşmadığı diğer bağımlıların bakışlarinda biraz kıskançlık, doktor ve terapistin gözlerindeyse biraz umutsuzluk vardı. Çünkü benzer kutlamalarla gönderdikleri sayısız bağımlının bir hafta geçmeden yalpalayarak döndüğüne defalarca tanıklık etmişlerdi. Ama umut her zamanki gibi ağır bastı ve avuçları birbirine çarptırdı. Yüzlerinde bir gülümsemeyle alkışladılar Derdâ'yı. Omzuna dokundu bazıları, diğerleri sarıldı. Tabii hiçbiri orada olmazdı, eğer 1874 yılında C.R. Alder Wright adlı kimyager, ağrı kesici bir ilacın peşinde koşarken morfine karıştırdığı çeşitli asitlerle eroini icat etmeseydi. Hatta o zaman, Hope diye bir yer de olmazdı. Ama doğmuştu eroin. Dönüşü yoktu. Belki bir zaman makinesi. Belki de sadece o bir işe yarayabilirdi. O laboratuvara gidip Wright'ın ellerini durdurmak için. Üstelik bulması da zor değildi: Yıl 1874, yer Londra. Tam olarak Saint Mary Hastanesi. Derdâ'nın iki kez ölüp iki kez dirildiği bina. İkinci katında yılda yedi bin eroin bağımlısının gelip ölümün döşeğine yattığı, üçüncü katındaysa eroinin icat edilmiş olduğu bina...
Sayfa 171 - DoğanKitabı okudu
612 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.