“Eğer kimse sizi dinlemiyorsa, bağırmak en doğal şeydir!” demişti.
...
Bazı dahilerin, bulundukları zamanın çok ötesinde fikirleri vardır ve çoğu kez kıymetleri ölümlerinden yıllarca sonra anlaşılır. Nietzsche de kendisini dinlemeyenlere bir miktar sesini yükseltiyor. Yer yer düşüncelerinin bencilliğe vardığını, oldukça sert ve keskin uçlara sahip olduğunu inkar edemem fakat günümüz insanının yarası olan bazı mevzulara ustalıkla değindiği satırları okurken, zaman zaman “neden bu açıdan bakmadım hiç?” diye kendinizi sorguladığınız anlar olacaktır.
Yalnızlığımıza sığınışımız, en çok ihtiyacımız olan şey kendimizi anlatmakken anlaşılmayışımız, içimizdeki fırtınalarla sessizce ufukları seyredişimiz öyle aynı, öyle tanıdık, öyle içten ki bizden önce birilerinin de bunları hissettiğine şahitlik etmek, bir nebze olsun içimizi rahatlatabiliyor.
Kimse duymazken, geceleri yalnızca kendimize fısıldayabildiğimiz, hatta çoğu kez bunu yapmaktan dahi çekindiğimiz gerçekleri, hatalarımızı, suçluyu başka yerde arayışımızı fakat her şeye rağmen bir yol bulup kendimizi affedişimizi anlatan kitap, Yalom’un bir çeşit psikoterapi seansına girmişsiniz gibi hissettiriyor. Biz yaşarken ve bir yandan geçerken zaman; kabuğunu çatlatmak için sabırsızlanan o tohuma, ümide, ne denli ihtiyaç duyduğumuzu anlamamızda katkısı büyük olan bir eser olduğunu düşünüyorum. Tıpkı bekleyişlerimiz gibi, kendimizi ve dünyayı anlamak üzerine olan yolculuğumuz da uzun belki;
“Yine de en çok çiy damlası, en sessiz gecede düşer, biliyorum.”
Keyifli okumalar :)