“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”
Ya kitap okumayanlar? Okumamak da bence büyük bir hastalık, vahim bir eksikliktir. Onlardan olmadığım için şükrediyorum. Ama diğer taraftan da kendime kızıyorum. Daha önce neden Peyami Safa okumadım diye.
Aradan geçen 100 yıl, zaman, artık yaşamayan insanlar, lakin hikayeler? İşte onlar ölmüyor, ve ne kadar zaman geçse de yaşlanmıyor. İşte onlardan biri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Anlatıcı, duygu dolu, keskin, sert, kısa ama uzun, dopdolu. Her cümlesinde bir mesaj. Yaşanmış olmasıyla insanı daha da içine çeken bir hikaye. Yazarın ustalığı, bir otobiyografi derecesinde eseri, derecesinde diyorum çünkü ne kadar kendisini anlatsa da aslında başka bir insan ana karakter, kendi hayatından alıntılar kattığı biri.
Bir mekanın insana neler ifade edebileceğini, hastalığın, bir olgunun, sıhhat gibi, veya aynı mühimlikte başka bir şeyin, varlık ve yokluğunun insanın hayatında nasıl mühim değişikliklere yol açabileceğini okudum. İyi ki de okudum, keşke daha önce okusaydım.
Küçüklüğümüzde o kadar çok kandırıldık ki, büyüdüğümüzde yalan çok masum geldi. “Yalana her şey isyan etmelidir: Eşya bile.” diyor Peyami Safa. Ne kadar haklı. Yalan, cehenneme atılan ilk adımdır, insanı yakmaktan başka bir işe yaramaz.
“Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan Çin setleri gibi kalın duvarlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr dalgasıyla, herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: “Buradayım!” der.”
Mutlaka okunması gereken bir eser.
İyi okumalar. :)