Açlık grevinin sanırım 23-24. günleriydi, dışarıda bizlerden haber almak için bekleşen yakınlarımıza ‘mektup yazın, içeri vereceğiz’ demişler. Annecim kısacık bir mektup yazmıştı, kenarına da dikenli bir kaktüs çiçeği iliştirerek… Keşke o aramaların birisinde paramparça edilip yok edilmeseydi, buraya bir fotoğrafını koyabilseydim o mektubun… Annecim mektubunda kaktüs çiçeklerinden bahsediyor ve onların susuz çöllerde bile açtıklarını, dayanıklılıklarının ne kadar hayranlık verici olduğunu anlatıyordu, bize de ‘kaktüs çiçekleri gibi dayanıklı olmamız’ı, o koşullarda bile yaşama sımsıkı tutunmamızı dilediğini iletiyordu o kısacık mektubunda…
Kaçmak lazımdı.
Kaçmak lazım aşka, koşar adamlarla.
Yoksa bu şehrin kalabalığı, gürültüsü, başka türlü çekilmezdi.
Herkesten, her şeyden kaçmak lazımdı aşka; dakikada bilmem kaç kilometre hızla.
Sonbahara da aşk yakışırdı zaten.
Gökyüzünde çalan tüm melodileri cebimize dolduralım.
Bir de Sezen lazım bize,
Neticede aşkı en güzel Sezen anlattı.
Kitap okuyun,
Aşık olun,
Sevin,
Doğayı, bazen bir çocuğu, bazen bir çiçeği ama mutlaka sevin.
Yoksa şehrin karanlık yüzünün renklerini hiç göremezsiniz.
Çok iyi hatırlarım, çocukluğumda kurumuş bir kaktüs vardı, sulardım onu her gün. İyi bakardım yeşermesi için, ama her sabah buğday sarısı gördüğümde içim acırdı. Tek umut ettiğim şey onun yeşermesiydi. Birgün onun yavaş yavaş yeşerdiğini gördüm, yemyeşildi. Kırmızı bir çiçeği vardı. Çiçeğini elime aldığımda dikeni battı. Elimi kanatmıştı, çok ağlamıştım; çünkü o çiçek her uyandığımda çocukluk duygularımın arkadaşıydı. O günden sonra kaktüse bir daha bakmadım, korkmuştum. Yıllar sonra biraz da olsa anlamıştım, umut bir düşün başlangıcı bir düşün bitişiydi. Hayatın kuralıydı bu, sevmek bazen insanın canını yakıyordu.