KADER KUYUSU* Öğleden sonra, zaman birazcık öğleni geçmiş, Bulgar gemisi Serivia İstanbul limanından demir alıp ağır ağır Karadeniz’e doğru yol alıyor. Gemi birkaç defa tiz bir sesle İstanbul’a veda ediyor. Boğazın suları geminin önünde açılıyor. Hafif bir yel, geminin ardında köpüren suları okşuyor. Yel, hafifçe geminin ön tarafında dikilip Boğazın her iki yakasını dikkatle ve çok özel duygularla izleyen Celadet ve Kamuran’ın saçlarını okşuyor. Minareler, kaleler, surlar, saraylar, konaklar, tanıdık ağaçlar ve ormanlar, her iki tarafta dans edercesine bir bir görünüp kayboluyor. Onları kucağında büyüten, besleyip eğiten, hayata ve yaşamlarına anlam katan, sırlarını saklayan, zenginlikleriyle aşklarını süsleyen, beyaz geceleriyle umutlarını ve düşlerini işleyen İstanbul, şimdi karşılarında ayrılık valsi yapmakta. Celadet ve Kamuran gidiyorlar, hayatlarının şehrini- sonsuz anılarla dolu şehri, bütün şehirlerin padişahı olan şehri- arkalarında bırakıp gidiyorlar. Kamuran: — İyi bak nazlı İstanbul’a, belki de bir daha görmeyiz onu. Celadet: — Onu nasıl bir daha görmeyiz? Hayatım, yirmi yedi yılım, bu şehirde geçti. Nasıl olur da, her şeye rağmen tekrar döndüğümüz bu şehri bir daha göremeyiz?
(*Bîra Qederê) (Mehmet Uzun, Bîra Qederê, Avesta Yayınları, İstanbul, 1999.)