- "Reklâmcılık yüzyılın son çeyreğinden itibaren, giderek daha da oburlaşan bir iştahla çocuklara yöneliyor ve çocukluğu muhasara altına alıyor. Bazı araştırmalar üç yaşında bir ABD’li çocuğun ortalama 100 markanın logosunu tanıdığını gösteriyor. Elektronik medyanın yaygınlık kazanmasıyla reklâmcılar anne babayı bir kenara iterek, kolaylıkla etki altına alabilecekleri çocuklara doğrudan konuşmaya başladılar. Televizyonun girdiği her ev artık fethedilmiş bir toprak parçası gibiydi, reklâmcılar "vaad edilmiş topraklar"ı olan çocukluğa kolayca erişebiliyorlardı. Göz telkine yatkındır, görülen şey daha kolaylıkla arzu edilir. Çocuklar için istenmesi elzem şeyler bir resmi geçit hâlinde gün boyu televizyon ekranından akar gider. Şirketler artık çocuklara yeni bir rol biçmişlerdir, onlar "müşterilik öğrencisi"dirler; arzu etmeyi, ihtiyaç hissetmeyi, sâhip olmayı, sâhip olmakla geçici de olsa bir mutluluk ve tatmin bulmayı öğrenmelidirler. Bu süreç ancak manevî değerlerin tersyüz edilmesiyle işler: Kanaatkârlık, özdenetim, tasarruf ve sebatkârlık gibi geçmiş değerlerin içi boşaltılır ve çocuk, David Riesman’ın deyişiyle, "Pepsi-Kola ile Koka-Kola arasındaki farkı bilmek üzere eğitilir". Anne ve baba, reklâmcılık endüstrisi tarafından bir kenara itilir, onların görevi çocuğun talep ettiği ürünlerin parasal kaynağını sağlamaktan ibârettir..."
[Kemal Sayar “Reklamlar, Çocuklar ve Oyuncaklar” isimli
denemesi]