Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik.

Tâhirü'l-Mevlevî

Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. Sözleri ve Alıntıları

Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. sözleri ve alıntılarını, Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. kitap alıntılarını, Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Mescitlerin yol ittihaz edilmemesi hakkında Hazret-i Peygamber'in emri dolayısıyla camileri “yol geçen hanı” yapmazlar, hatta avlularına abdestsiz girmezler, girerlerse bile abdest almak için girerlerdi. Çünkü Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, mecsitlerin süpürülüp temiz tutulmasını, güzel kokulu şeylerle tütsülenerek pis kokulardan kurtarılmasını, soğan, sarımsak, pırasa, turp gibi sebzeleri yiyenlerin ağızlarındaki koku geçinceye kadar mescide gelmemesini, üstünde bit bulunanların onu ortaya atmayıp toprağa gömmesini, mescide gireceklerin pabuçlarını çevirip alılarına bakmasını, eğer kirli ise toprağa sürtüp temizlemesini, abdest almak için mescit kapısında dolu ibrikler bulundurulmasını, mescit dâhiline tükürülmemesini, tükürmeye mecbur olanın onu toprakla örümesini, çocukların, delilerin mescide sokulmamasını, mescit içinde alışveriş edilmemesini, bağırılıp çağırılmamasını, silahla içeriye girilmemesini emreder, mescitlere karşı ifası lâzımgelen hürmet ve edebi talim buyururdu. Namaz kıldıran bir imam, kıble duvarına tükürmüş olduğu için onu imamlıktan azleumiş, bir defa mescit duvarında gördüğü bir tükürüğü bizzat toprakla izale etmişti.
Sayfa 203Kitabı okudu
Bahar ve Ağaç
Zarafetmutad Halil Nihad(Halil Nihat Boztepe) merhumun Ağaç Kasidesi Bahârı pek severim ki şebâbıdır dehrin Alelhusüs bahârı bu en güzel şehrin... Onun telâtüm-i feyzi önünde her bir yer Gelin çocuk gibi vecd ü neşâta, hande eder. Tutar da ufku serâser nesim-i pür mevce Hurüş-i levn-i hadâret akis yapar evce. Edim-i arz-ı karartan
Reklam
Hurüş-i feyz-i rebii ağaçta dalgalanır Onunla sine-i hülyada rüh-i şevk uyanır Olup ta nâmıyla, güya sütün-i fevvâre Ağaçla fışkırıvermiş fezâ-yı nevvâre Benim gözümde ağaçlar birer Hümâ gibidir Bakın ki her biri zili-i himâye sâhibidir Semâ mümâs oluyorken ulüvv-i pâyesine Zemin sığınmada herdem cenâhı sâyesine Görünce didelerim
İnsan ki mahlukatın eşrefi ve kâinatın medâr-ı şerefidir. Kendisinde bu âli hislerin bulunması, mahlukat arasındaki mevk-i şerefi iktizasındandır. Bir filin suya düşmüş bir çocuğu hortumuyla çekip kurtarması, bir atın yaralanarak düşen süvarisini dişiyle tutup harp meydanının dışarısına çıkarması görülüp işitilen şeylerden iken bir insanın yine bir insana yardım etmemesinin mümkün olmaması lazım gelir. Fakat insanlarda ihtiras denilen bir hal vardır ki bunun hadd-i itidal derecesini geçmesi, sahibini insanlıktan çıkarır, yırtıcı hayvanlar derekesine indirir. İşte Hazret-i Âdem'in büyük oğlu ve arz üzerinde beşeriyetin ilk mevlûdü(doğmuş) bulunan Kâbil'i, biraderini öldürmeye sevk eden bu ihtirastır. Beni nev'imiz arasında Kâbil tabiatlı kimseler her zaman bulunduğu için min kabli'r-rahman bas olunan? peygamberler, ümmetlerine daima merhamet ve şefkat tavsiyesinde bulunmuşlar, şefkatkârane hareketleriyle de halka numune olmuşlardır.
(...)İslamiyet ise böyle tecavüze uğrayanlara “Sağ yanağına tokat vurana sol yanağını da çevir” demiyor, mazlumların ihkâk-ı hakkı(hakkı yerine getirme) için sade züğürt tesellisi vermeyerek hükümler gösteriyor, tecavüzler ve cürümler nispetinde cezalar ve hadler tayin ediyor. Bazı ukala taslakları, Müslümanlığın tayin ettiği bu cezaları pek merhametsiz buluyorlar. Mesela hırsızın elini kesmek, sarhoşu yatırıp dövmek, katili kısasen öldürmek gibi ayn-ı hikmet bulunan hükümlere —haşa-vahşet diyorlar. Şu saydığım cezaları tedkik edelim de bakalım vahşet hükümlerde mi, yoksa onlardaki hükme-i celileyi derk” etmeyen(anlamayan) kafalarda mı? Mesela bir karı-koca farz ediniz. İkisi de iş göremeyecek, para kazanamayacak derecede alil(hastalık) ve ihtiyar. Sandıklarında, sepetlerinde birkaç paraları var, onlarla idare olunup gidiyorlar. Bir gece haberleri olmaksızın bir herif eve giriyor, onların maişetini, hayat sermayesi olan paraları hatta kıyıdaki, bucaktaki döküntüyü alıp götürüyor. Zavallılar sabahleyin uyanıyorlar, felaketin karşısında şaşırıp kalıyorlar. Ekmek lazım, kömür lazım. Gece olunca gaz lazım. Bunların biri olmadığı gibi alacak para da mefküd.(bulunmayan) Biçarelerin ya sabredip maddeten yahut sokak başında el açıp manen ölmekten başka çareleri yok. Acaba bunların hali mi merhamete şâyân, yoksa hırsızın kesilecek eli mi? Zaten bakılırsa o el insan eli değil, canavar pençesi halini almış, beşerin hayatına saldırıyor. Bu nedenle onun kat'ıyla şu zavallılar gibi insanların hayatı kurtarılmış oluyor. Çünkü o elin bir daha kimsenin mal ve mülküne uzanması kestiriliyor.
Merhum Rüstem Paşa'nın diğer bir hareminden olma kızının oğlu ve Kanuni devrinin en müstağni bir şairi idi.(Hakani Mehmed Bey) “İltifa-tı beka” terkibi, vefatı tarihidir ki hicri 1015 (1606) senesini gösterir. Divanından başka Hilye-i Hakan isimli pek yüksek bir eser yazmıştı ki İlâhi bir aşkın şiir ile ifadesidir. Muallim Naci? merhum o eser
Reklam
Penceremin önünde hayali ve tarihi bir gezinti yaparken Fatih meydanına çıktığımı ve zihnen orada bulunduğum sırada bir misafir geldiği için hayali dolaşmayı bıraktığımı evvelki nüshada hikâye etmiştim. Muhterem misafirim, hal, hatır istifsarından sonra ne ile meşgul olduğumu sordu. “Pencere önünde seyahate çıktım.” dedim. Hayretle yüzüme
Fatih Câmi-i Şerifi’nde
Bir aralık nazarım kubbeye kadar yükseldi, ruhanî bir feza içerisinde dolaştı, kevakib' yığınları arasına karıştı, rahmet sehabeleri ortasından geçti, onlardan mütehassıl mağfiret katrelerini asılı kandiller şeklinde müşahede etti. Nigah-ı tahayyürüm, sema-yı şiirden zemin-i fikre indiği esnada iki zayıf mahluka rast geldi. Biri elli atmış,
Bazı kimselerin çocuğu yaşamazsa yeni doğanı akrabadan birine gosterir, “Bunu sana sattım” der, o da “Kabul ettim” diye almış gibi davranırdı. Böyle bir çocuğa “Satılmış” denilir ve yaşayacağı umulurdu. Bir de “bağlama” vardı ki, çocuğun türbe ve tekkelerden birine nezredilmiş! olması demekti. Öyle çocuklara da mesela “Baba Cafer Türbesine” yahut “Baba Efendi Tekkesine” bağlı derlerdi. Ara sıra çocuğu oralara götürür nefes ettirirler ve gayet uzun bir tesbihin içinden geçirirlerdi. Maraş taraflarında çocuğu yaşamayan kadının bileğine demirden yapılmış bir bilezik takarlarmış.
Hırka-i Şerif'e ziyareti gününde saray mutfağında pişirilen baklavalardan yeniçerilerle diğer askerin her on neferine bir tepsi olmak üzere dağıtılması âdetti. Eskiden seferlerde zafer vukua gelince askere yahni ve pilav, zerde verilmesi mutad olup sonraları ordu efradının ulüfe dağıtılmasında çorba ve pilav, zerde ile Ramazan'ın on beşinci günü de baklava ile taltifi usul ittihaz edilmişti. O gün yeniçeriler, zabitleri maişetinde saraydaki mutfak dairesinin önünde toplanırlardı. Padişahlar da yeniçerilerin birinci ortası yani bölügün efradından bulundukları için evvela zat-ı şahane için iki tepsi ayrılır, sonra baklava tepsileri futalarından(peştemal) yeşil boyalı sırıklara takılır ve her iki sırık iki yeniçeri tarafından omuzlanıp kışlalara götürülür; ertesi gün tepsilerle futalar mutfağa getirilirdi. İkinci Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul'da bulunan askerler, Ramazan geceleri tabur tabur saraya davetle itam ve birer maaş nisbetinde atiyyelerle ikram edilirlerdi. İstanbul'un fethi üzerine Okmeydanı'nda askere umumi bir ziyafet verilmiş ve bizzat Fatih tarafından hizmet edilmişti.
52 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.