Yokluğun, yüreğimdeki bu yıldızsız, bu dipsiz, karanlık gece… Yokluğun, odamın duvarlarına astığım suretlerine bakarken, gözlerinde unuttuğum dalgın gözlerim… Yokluğun, yastığımda bıraktığın bu kimsesiz saç tellerin… Yokluğun, gönül bahçenden kopartıp verdiğin için soldurmayıp kuruttuğum ve tıpkı sevdam gibi sonsuzluğa mahkûm ettiğim bu kırmızı güllerin… Sırf kalemini değdirdiğin için atmaya kıyamadığım bu kâğıtlar… Her an gözümün önünde sakladığım mektupların, peçetelere yazdığın şiirlerin, hediyelerini sardığın paket kâğıtların… Sen gidince, hala sen kokuyordur diye üzerime giydiğim ve derin derin soluduğum giysilerin…Yokluğun elinin, kokunun, soluğunun değdiği her şeyi dünyanın en değerli hazinesi gibi saklayan bu yarı deli, bu hayattan kopuk ruhum… Kapat gözlerini ve bana bak: Ben diye ne varsa gördüğün, işte o senin yokluğun.
"Yaşarım sandım.Her şeye ve hayata rağmen... Karanlıklara karışırım; sonra nasılsa,hep sabah olur.Elimi kendi kanıma batırır,sonra gider yıkarım.Geçip gider, yaşadıklarım, öldüklerim...iyiliklerim ve o en çok da kendimi acıtan kötülüklerim..hepsi geride kalır ve ben her sabah aşkınla yeniden doğarım.Oysa şimdi,ne kadar da iyi anlıyorum, geçmişin uçurumların ittiğimiz o anlar hiç kaybolmuyormuş.Hep bir gölge gibi takipteymiş arkamızda.Aldığımız her solukta içimize çektiğimiz o hayat, dünden bir türlü kopamıyormuş.
Seni sevmek,seni kaybetmekmiş aslında.O uzak kentteki hayatımı öldürüp senin göğünün altında, senin şehrinde,senin sokaklarında yeni bir hayata doğmakmış.Seni tanıdığım o Nisan gecesinde,sarhoş hayallerimizin üzerine yağacak o ince kar,bu aşkın kutsallığına tanrısal bir işaret gibi beni inandırırken, aslında,onu kaybettin,diye fısıldıyormuş kulaklarıma:işte tam da bu anda,onu kaybettin..."