Etrafındaki her şey, bayatlamış sebzelerin ve sabunlu suların kokusu, ablasının pasaklı hali ve Bay Higginbotham'ın alaycı suratı rüyaydı aslında. Asıl dünya onun kafasının içindeydi ve yazdığı hikâyeler, birçok parça halinde zihninden çıkan gerçeklikti.
Catherine, “Biliyorum,” dedi, “huyu kötü, sizin oğlunuz. Ama benim bağışlayan, iyi bir yaradılışım olmasından hoşnutum. Sonra, biliyorum ki beni seviyor, ben de onu seviyorum. Mr. Heathcliff, oysa sizi seven kimseniz yok; bizi ne kadar zavallı yaparsanız yapın, bu acımasızlığınızın bizimkinden daha taşkın olan kendi acınızdan geldiğini düşünerek yine öcümüzü alacağız. Siz bir zavallısınız, öyle değil mi? Yalnızsınız, tıpkı şeytan gibi; ve onun gibi kıskançsınız. Kimse sizi sevmiyor, öldüğünüzde arkanızdan kimse ağlamayacak! Ben sizin yerinizde olmak istemem!”
Bedenimiz bahçemizdir, irademiz de bahçıvanı, ister ısırgan dikersin, ister kekik, ister hıyar yetiştirir, kabak ekersin, bahçeni ya tek bir bitkiye ayırabilirsin ya da bir sürü çiçekle doldurabilirsin, yeter ki sen iste! Bahçenin kısır kalması da senin elinde, verimli, bakımlı olması da. Bunların hepsi irademize bakar. Neyse ki, duygularımız mantığımızla dengelenmiş. Yoksa damarlarımızdaki şu azgınlık, içimizdeki şu şehvet düşkünlüğü bize ne oyunlar oynardı.
Gel kardeşim rüzgâr,
O yabani köpek beni ısıracak.
Gel kardeşim rüzgâr,
Niyeti beni parçalamak...
Es artık es,ayaklan artık rüzgâr,
O yabani köpek beni ısıracak.
Ormanı,denizi aş da gel,
Niyeti beni parçalamak...