Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Saatlerin dönüş yönü neden sağa doğrudur?
Bugüne kadar hiç aklımıza gelmeyen saatlerin dönüş yönünün neden sağa doğru olduğunu hiç düşündünüz mü? Bunun nedeni İlk olarak eski Mısırlılara dayandırılmaktadır, ilk mısırlılar güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler. Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti. Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu. Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön değişmedi, hatta sağa doğru dönüşler "saat yönüne dönüş" diye adlandırılır oldu. Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
Neden Kitap YayınlarıKitabı okudu
Sanki çark dönmüyordu, dişliler birbirine değip akmıyor­du, akrep ve yelkovan birbirini takip etmiyordu, zaman ilerle­miyordu, hayat durmuştu. Sanki hayat yolumdaki taşlar hep pürüzlüydü, her şey ben ilerlerken canımı yakmak üzerine kur­gulanmıştı, üzerinden geçtiğim yollar beni yaralıyordu, bana giden yollar hep kapalıydı. Hayatım bana bunu neden yapı­yordu?
Sayfa 124
Reklam
Yargıç sökük kolunu dikmeden paltosunu giydi, dışarı çıktı. Tipiye dönüşen kara aldırmadan tenha sokaklarda yürüdü. Birden Celile'nin kar yağdığı geceler, sokaklarda yürümeyi nasıl istediğini hatırladı. Tabii kendisi, gecenin bu saatinde, kar altında ne işleri olduğunu sorardı karısına. Akla uygun bir cevap alamayınca da yürüyüşten vazgeçer, "Sonra," derdi, "bir başka gün Celile." Hep böyle söylememiş miydi karısına "Yarın Celile, olmazsa yarın akşama...Bir hafta sonra... Öyle ya, yaşamayı hep bir başka güne erteler gibi yaşamamış mıydı? On yıldır aynı ilçede yargıçlık yapmayı sürdüren ve kırk dört yaşına gelmiş kim vardı kendisinden başka? Daha iyi bir yere, bir ile atanması için sağa sola başvurmaya hiç kalkışmamış, daha doğrusu üşenmişti. Çocuk sahibi olmaya bile Üşenmemiş miydi? Aksaklığın kendisinden geldiğini, çocukluğunda kabakulak geçirdiğini söyleyip -sözüm ona- bir yücegönüllülük gösterisiyle kabahatı üstlenip Neden karısının birkaç kez usul usul uyarmaya çalıştığı gibi doktora görünmemişti? Belki doğacak çocuklardan da korkmuştu, onların sorumluluklarını üstlenmekten. Hayat, çocuksuz da oluyordu işte. Daha kolay, dertsiz, para sıkıntısı çekmeden.
"Bir tutsaklıktan bir başka tutsaklığa -kendi isteğimle bile olsa- geçmek üzere olduğum... Yok, saçmalıyorum. Aslında şunu demek istemiştim: Biz kadınlar acaba neden ancak bir erkeğin yanıbaşında rahat hissediyoruz kendimizi? Hoş, erkekler de öyle ya. Evlenmek, -kabaca- bir karı almak yetmiyor. Gene annelerine koşuyorlar. Bir kadın yetmiyor. Bir karıları bir de anneleri olsun istiyorlar. Kısacası çifte güvenlik! Gücü yetenler ya da durumda ahlaka aykırı bir yan bulmayanlar başka kadınlar da olsun istiyorlar. Bence, öteki kadın ahlak duygularının dışında tutulmalı. Çünkü öteki kadın olsa olsa güvenlik kaygısıyla istenmiştir.
"Yaz bazıları için güzel bir mevsimdir gerçekten, belki herkes için. En çok da tatillerini deniz kıyılarında geçirebilenler için. Biz bir kez gitmiştik de. Unutamıyorum. Sizden sonra en çok sevdiğim varlık deniz olmalı. Ama her zaman denize gidemiyoruz. Parasızlıktan değil. Kocam, tatillerini memleketinde, annesinin yanında geçirmemiz gerektiğine inanıyor. Gerçi kaynanamla birlikte olmaya hiçbir zaman zorlamamıştır beni. Bazı iyiliklerin değerini neden bilmemeli? Ama işte tatilde kocamin memleketine gitmeyince başka bir yere de gidemiyorum O, yazları on beş gün için gider gelir anacığının yanına. Sonra ona, benim sağlığımın bozukluğunu, yola dayanamadığımı filan anlatır. Yalan sevmeyen bir adamın böyle konuşmak zorunda kalması. Ağır geliyordur kuşkusuz. Tadı gerektiği gibi çıkarılmadığı için, Artvin'in meyve bahçelerinde kaynanama reçel, pekmez kaynatarak, yufka açarak geçecek (üstelik bu işlerin üstesinden gelemem, ayıp değil ya alışmamışım) bir yaza razı olmadığım için de bu mevsimden nefret ettim gitti
Sevinmeyi ne zaman unuttum, gülmeyi, elerimi çırpmayı... O çok ünlü, çok saygın, sözleri altın değerinde bilim adamlarına, yazarlara ne oldu? Kocam onlarla neden bozuştu? Neden herkesin kendisine düşman olduğunu düşünmeye başladı? Tek büyük kendisi kalsın diye mi? Büyük, eşsiz bilim adamını oynamaya ne zaman başladı? Ben onun yarattığı büyük bilim adamı imgesine ne zaman inandım? Ne zaman tapınmaya başladım? Taa başında, hocama aşık olarak başlamadım mı? Tüm varlığımı sekreteri, çevirmeni, bakıcısı olarak ona adamadım mıydı? Neydi bizim ilişkimiz, evlilik mi? Çocuksuz, yataksız filan. Ve benim durup dururken o ünlü acıkmalarım... Ağzıma durmadan bir şeyler tıkıştırarak, midemi doldurarak dindirmek istediğim neydi? Onca tıkınmaya karşın kürdan gibi inceciktim. İşte o sırada arabada, yanımda ölüm solur dururken ve ben onun kocam olduğuna aldırmadan direksiyona sarılmışken... Canım tavuk istiyordu Fırında unutulduğundan tıkır tıkır olmuş bir tavuk, yanında kızarmış patatesle. Mardin'e çıkan yolu tırmanırken bir yandan ağzım sulanıyor, bir yandan düşünüyordum: Kimim ben, neyim? Kadın mıyım? Şu yanımda nerdeyse ölüverecek olan adamın karısı mıyım sahiden? Doğurmamış, tıkız karnım, süt vermemiş, yeterince okşanmamış kuru memelerim, oğlan çocuğu kalçalarımla... Gerçekten sevdim mi, sevildim mi?
Reklam
O rujun, Osman'ın "rose bonbon" sandığı rujun sürüldüğü dudaklara bakmaktaydım. "Ne fark eder? İşte o zaman nasıl ikimiz aynı yaşlarda idiysek, Lili ve ben, şimdi şu kadınla da öyle değil mi? Neden, neden sıyrılamayacakmışsın aile, meslek, dost çevresi denen örgütlü tutsaklıktan? Hadi bir adım atıver. Doyumunu sonsuzlukta arayacak güçte değilsen, o zaman bir kadın, ancak ve yalnız bir kadınla... Beni o kurtarır ancak. Bunun son fırsat olduğunu unutma!"
İşte böyle konuştu durdu. Çenesi neden açılmıştı birdenbire, anlayamadım. Ama bir şey beni fena halde rahatsız ediyordu. Osman arkadaşım değildi de, eğlendirmek zorunda bulunduğum efendimdi sanki. Ama biliyordum, önce fark etmediğim, ancak kırmızısına takılıp kaldığım dudakların sahibinin gözleri de vardı. Tuhaf bakıyorlardı Kısa aralıklarla yüzümde durmuşlardı. Onlar için aşağılanmayı göze alabilirdim.
Otuz yıl önce bir kadın, bir genç kız daha doğrusu, dudaklarını böyle boyamıştı. Ona da yakışmamıştı kan kırmızısı. "Rose bonbon" demişti yanındaki erkek, ilk kez Fransızca bir sözcüğü gevelemenin beceriksizliğiyle. Kızı da daha önce "Lili" diye tanıtmıştı bana, kasabalı ürkekliğini, yabancılığını, giyimini henüz üzerinden atamamış olan kızı. Lili... Neden? Rose bonbon... Neden?
Kadının en çok dudakları dikkatimi çekiyor; dudaklarındaki rujun rengi: Koyu, garip, kadının solgunluğuna hiç yakışmayan çirkin bir kırmızı... Az önce kan yalamış sanki... Rose bonbon, diyorum birden. Rose bonbon... Neden? Neden?Neden?
78 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.