Baba köşeye serilmiş yer yatağında kıpırtısız yatıyor.
Dışarıda kar, tipi, fırtına. Çoktan sönmüş odun sobasının ısıtamadığı oda yonga yanığı, kolonya, ilaç, sucuk kokuyor. Sobada ızgara sucuk, küçük kızın hasta nöbeti rüşveti. Hiçbir zaman doyasıya yenilemeyen sucuk payı bu defa biraz daha fazla.
Pencerenin tahta kepengi kilidinden kurtulmuş, sert rüzgarla biteviye çarpıp duruyor. Küçük kızın gözleri ağırlaşmış, içi geçti geçecek. Yarın okul tatil, bütün gün uyursun, demişti anne yatmaya giderken. O kadar perişan görünüyordu ki, içi burkulmuştu. Yarın okul tatil ama ben şimdi uyumak istiyorum, diyememişti.
Tahta panjur bu defa balyoz gibi vuruyor pencereye, cam titreşiyor, gürültü odanın içine doluyor. Kız, babanın yatakta debelendiğini görüyor. Adam doğrulmaya çalışıyor, beceremiyor; belden aşağısı felçli. Bir şeyler söylüyor, anlaşılmıyor. Ne istediğini anlama umuduyla yatağa yaklaşıyor. "Canım kızım," diyor adam ya da babanın öyle dediğini sanıyor, eski güzel günlerde hep, canım kızım, derdi ona. Tek sevdiği ben miydim? Anne alıngan bir sesle tekrarlardı bunu: "Tek sevdiği insan sensin."