İhtiyar ağır, halsiz adımlarla, iki sopayı andıran bacaklarını hiç bükmeden yürüyor, sırtını kamburlaştırmış, bastonunu kaldırımda hafifçe tıkırdatarak pastaneye yaklaşıyordu. Ömrümde onun kadar garip, biçimsiz bir insan görmedim. O günkü karşılaşmamızdan önce de onu Miller’de her görüşümde üzerimde çarpıcı bir etkisi olurdu. Uzun boyu, kamburlaşmış sırtı, seksenlik cansız yüzü, dikişleri patlamış eski paltosu, hepten kır değil de sarı-beyaz bir tutam saç kalmış çıplak kafasını örten yirmi yıllık ezik büzük yuvarlak hasır şapkası, gayriihtiyari, kurulu bir yaya bağlıymış gibi hareket etmesi daha ilk görüşte herkesin ilgisini çekiyordu. Gerçekten ömrünün son günlerinde bir ihtiyarı böyle bakıcısı olmadan, tek başına dolaşırken görmek insanın tuhafına gidiyordu; zaten adamda gardiyanlarının elinden kurtulmuş bir tımarhane kaçkını hali vardı. İhtiyarın aşırı zayıflığı da şaşırtıyordu beni; neredeyse hiç eti yok da kemikleri doğrudan doğruya deriyle kaplanmış gibiydi. Mor halkalarla çevrilmiş iri fakat donuk gözleri, sağa sola kaymadan hep önüne bakar ve eminim, bir şey de görmezdi. Size bakar gibi göründüğü halde, önünde boşluk varmış gibi dosdoğru üzerinize yürürdü. Bu durum birkaç kez dikkatimi çekmişti. Miller’e yeni yeni gelmeye başlamıştı. Nereden çıktığı belli değildi, köpeğini yanından hiç eksik etmezdi. Pastanede kimse onunla konuşmaya cesaret edemiyor, o da kimseyle konuşmuyordu.