balkona çamaşır ipi taktım
duvara çivi çaktım
lavabo açtım
babam geldi akşam vakti
yüreğim kıpır kıpır
balkonu duvarı lavaboyu gösterdim
iki tokat atıp hiddetle uyardı
bir daha dokunmamalıymışım
canımı yakabilirmişim
elime çekiç vurmak
elimi kesmek
bunların hiçbiri
canımı bu tepki kadar yakamazdı
Gemi, denizin yıldızları arasında gözden kayboluyordu
Gözyaşlarım sel gibi akıyordu şimdi. Umutsuzluğuma, terk edilmişliğime ağlıyordum. Bu kadar küçük, bu kadar kırılgan olmama, elinden hiçbir şey gelmemesine.
Ve ay usulca, şefkatle der ki bana
Elbet bir gün kavuşacaksınız.
Kendimi kandırmaya niyetim yoktu. Dolores geri gelmeyecekti. Yüreğim bu gerçeği bana söylüyordu. Gemiden geriye tek kalan, yıldızlarla dolu gece ve kapkara, suskun bir denizde. Sirius göğün efendisiydi, tıpkı Karina gibi. Ya ay? Ay yoktu. Yalnız özlemler, pişmanlıklar vardı. Hem ay olsaydı böyle konuşmazdı. Sevgiyi dillendirmenin ne anlamı var? Sevgi, hayatta pek az karşıma çıkmış bir şeydi.
Gerçekten de hayal kırıklığı, insan hayatının koruyucu tanrıçasıdır; daha gelmemiş zamanın eşiğinde oturur, olaylar ortaya çıkarken onları düzenler. Eskiden yüreğim kuş gibi hafifti; kendi ruhumun saçtığı güneş ışığıyla aydınlanan dünya çok daha güzel görünürdü. Ah, şu ölümlü rüyada aşk ve yıkım neden hep birbirine bağlıdır? Öyle ki, bu sevimli canavar için yüreklerimizi ne zaman bir in yapsak, yoldaşı da onunla birlikte içeriye dalar, yuva ve sığınak olabilecek ne varsa acımasızca harabeye döndürür.
Dönüşünde gözüm yok, benim aklım gidişinde
Yok sattı hatıralar, senin eksikliğinde
Sahipsiz kaldı varmadı, yüreğim ele öyle
Büyük aşk düşün yattı, kapı önlerinde.
“Çok basit Zeze. Büyüyorsun ve giderek hayatın gerçekleriyle bütünleşiyorsun.” “
Sustuk ama yüreğim razı gelmiyordu. Göğsümde adam’ın yokluğunu nasıl hissedecektim? Onunla sohbet etmeden nasıl duracaktım? Hayatta onun öğütleri, sitemlerine, alkışlarına alışmışken kendi kendime konuşmaya nasıl dayanacaktım?
““Sahiden gidiyor musun adam?“