“Hocam, bu sarılma denen şey ne kadar önemliymiş meğer. Keşke daha önce birbirimize doğru düzgün, adam gibi sarılabilseydik. Biz kıymetini bilememişiz.”
…Bir mezarlığın yanından geçerken duyduğunuz yanlızlık ve çaresizliğin aynısını her sabah o viyadüğün üzerinde yaşarsınız.
Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedende. Bu dünyada hâlâ rüzgarlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar. Mutlaka kuruturlar…
Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şöförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor.
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmişte bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: Adana’dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin.
Sabah rüzgarlarıyla efildeyen sarı başakların arasında bırakır gidersiniz delikanlının yoksul bedenini. Artık bundan sonra eski Ercan olmazsınız. Kalan ömrünüzde bozkırda esen tüm rüzgarlar hep o çocuğu hatırlatır size. Ekmeğinize kan bulaşmıştır artık. Evet, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz.